21 Kasım 2012 Çarşamba

"Öyle Bir Geçer Zaman ki" Rezaleti

      
21 Kasım 2012               

Bugün Facebook'ta dikkat çeken bir feryat okudum. "Öyle bir geçer zaman ki" adlı dizinin dün gece gösterilen 90. bölümü ile ilgiliydi. Dizide bir ülkücü tarafından bir solcunun öldürülmesi olayının anlatılma biçimine bir isyan vardı: "Yine bir dizi, Yine garip bir çocuğu öldüren faşist ülkücüler, Yine masum solcular... Bu kadar şerefsizlik olmaz! Bu nasıl bir kin, bu nasıl bir kuyruk acısı? Madem bu kadar masumdunuz, babamın onca arkadaşını öldüren kimdi? Utanır insan! Biraz kendinden utanır, hala o zamanı yaşayanlar var! Unutmayanlar var! Bu kadar şerefsizlik olmaz! Memleketin durumu ne bunların hala derdi ne!"

Bu isyan gerçekten haklıdır ve bu dizi 90 bölümdür aynı şeyi yapıyor: Solcular, devrimciler cici, ülkücüler tu kaka; aşağılık insanlardır, diyor. Aynı yapımcının çektiği diğer dizilerde de tıpkı benzer unsurlar vardır: Türkler kaka, azınlıklar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler cicidir. Birçok televizyon dizisinde, sinema filminde, gazete yazısında -biraz dikkatli bakarsanız- buna benzer tutumları elinizle koymuş gibi bulursunuz. Peki, bütün bunu neden yapıyorlar?

Meseleye şöyle bir bakalım; Bu dönemin yöneticilerinin, İslamcı geçinenlerin önemli özelliklerinden biri her kurumda ve alanda sağcılardan çok marksistlerle, solcularla, daha doğrusu solcu geçinen bölücü azınlıklarla çalışmasıdır. Bu yüzden besleme basında da solcular (solcu geçinen bölücü azınlık mensupları) her zaman olduğu gibi gayet güzel yer bulabiliyor. Bunlar geçmişten gelen alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Başladıkları işi sürdürüyorlar. Bu, Türk'e Türk'ü aşağılık, ezik, şahsiyetsiz, kültürsüz, sanatsız, ilimsiz, irfansız, cahil, pis.. gösterme ve bilinçaltına bunları yerleştirme çalışmasıdır. Bu çalışmanın amacı aşağılık duygusuna sahip, şahsiyetsiz, kolay sömürülebilir bir topluluk oluşturmaktır. Bu amaçlarına erişmek üzerelerken karşılarına ülkücüler çıkmış, Türk Milleti'nin büyük bir millet olduğu, ilimde, sanatta, uygarlıkta dünyaya çok hizmet ettiğini, gelecek nesillerin kendisine güvenmesi ve çalışması halinde yine insanlığa yapabileceği büyük hizmetler olduğunu söylemişler ve takdir görmüşlerdir. Bunun üzerine Türk Milleti için yürütülen karalama, aşağılama çalışmalarında kullanılan silahlar ülkücülere yöneltilmiştir.

Ülkücülerle ilgili derin görüntü(imaj) çalışmasının kökleri çok eskilere dayanır. Eli kanlı, sarkık bıyıklı ülkücü tipi gazetelerde, televizyonlarda, kitaplarda o kadar çok işlenmiştir ki çoğu insan ülkücüleri tanıdığı zaman onların ülkücü olduğuna inanamamıştır. (Bu durum Türkleri ilk defa yakından tanıyan yabancılar için de geçerlidir.) Türk Basınında(!) genellikle sağcılar (ki kastedilen hep ülkücülerdir) veya ülkücüler silik, geri zekâlı, kılıksız, beyinsiz, duygusuz, davası belirsiz kuklalar olarak, solcular ise yakışıklı, bakımlı, duygulu, davaları haklı bireyler olarak gösterilir. (Ülkücü kelimesi yerine Türk, solcu kelimesi yerine de yabancı kelimelerini koyarak bu cümleyi yeniden kurabilirsiniz.) Bu ise insanın tabiatına aykırı bir durumdur. Fikirler ve ideolojiler insanı iyiye veya kötüye yönlendirebilir ama çirkinleştirmez. Güzellik, çirkinlik Allah vergisidir. Her iyide bir eksik taraf, her kötüde de bulunabilecek güzel taraf vardır. Aslolan insandır çünkü. Biraz akıllı solcular, sağcı veya solcu her insanın aynı derecede güzel, iyi niyetli, masum veya suçlu olabileceğini bilirler.

Bu ve benzer dizilerde solcularca değil, Türk'e düşman bölücü azınlıklarca sol kullanılarak yapılan bir saldırı vardır. Yapılmak istenen bir dönemi, masum solcuları vesaire anlatmak değil, Türk Milletinin geleceği için sığınabileceği tek yer olan ülkücülüğü aşağılamak ve beyinlere, bilinçaltına bunu yerleştirmektir. Dizinin solcu çalışanları olabilir, kuyruk acıları da olabilir; ama esas kuyruk acısı olan bu ve bu tür filmlerin yapımcıları olan bölücü azınlıklardır. Onların Türk Milletinden ve ülkücülerden almak istedikleri intikam vardır. Bu dizi ve benzerlerinin yapımcıları, yaptıkları bütün filmlerde suyun öte yanını, Salkım Hanım'ın Taneleri'ni, Türkiye'yi parçalamak isteyen Ermeni, Rum, Yahudi azınlıkların örtülü örtüsüz tellallığını yapmaktadır. (Bu ülkeyi seven ve ona bağlı azınlıklarımız herkes bilir ki her zaman baş tacı olmuştur; milleti sadıka olmuştur.) 

Yazının başında sözünü ettiğim isyana yine Facebook'tan verilen bir cevap var: "Tabii bütün bu isyanlara verilecek tek cevap var ve biz bu haksızlıkları sadece birbirimize söyleyebiliyoruz. Sanat ve edebiyat alanında sahneleri doldurmazsak bu kızgınlıklarımız ve hayıflanmalarımız hep devam edecek maalesef. Çıksın bir destekçi o yıllardan kesitler sunan Ülkücü romanları deneyimli profesyonel bir ekibe filim yaptırsın, dizi yaptırsın, yatırdığı paradan fazlasını kazansın. Çıksın biri, bu kabil filim ve diziler için Senaryo Yarışması açsın, uzmanlar senaryo seçsin, ünlü yönetmenler yönetsin, usta oyuncular sahnelesin.. Yatırdığı paradan fazlasını geri alsın, benzer yeni yatırımlarda kullansın.." Bu dileklere katılmamak elde değil. Başka türlü Türk Milleti'ne ve Ülkücülere yapılan saldırılara karşı koymak mümkün değildir vesselam.


Sözüm size, bize, hepimize...

19 Kasım 2012 Pazartesi

TRT Kütüphanesi Aslına Rücû Ediyor!

 19 Kasım 2012                  

Bilginin kitaplar yerine, internet üzerinden yayıldığı bir yüzyıldan merhaba!
Türkiye’de yılda kırk bin kitap basılsa, sayı her yıl artarak devam etse de, bunun bir önemi yok. Elimizin altında internet var ya, lekeleri zahmetsizce çıkartır, aradığımız tertemiz bilgiye kavuşuruz. Tabi küresel güçlerin öğrenmemizi istediği kadarıyla.
Kitapların saklanmasına ne hacet. Arama motoru emrinize amadedir efendim!
Size istediğinizi şıp diye buluruz.
“Kütüphaneler hacmi itibariyle çok yer kaplıyor. Onları bir tasnif edelim. Elektronik ortama atalım. Binlerce kitap bin metrekare yer işgal ediyor. Trt kurumunda da böyle bir kütüphane var. Tam da olma-ma-sı gereken yerde Eğitim Dairesi Başkanlığı katında! O alan lâzım! Stüdyo yaparız, belki eğitim salonları açarız.”  Bunlar için TRT yerleşkesinde başka boş arazi yok. İlle de kütüphane!
Türkiye Cumhuriyeti’nin sayılı kurum kütüphanelerinden, TRT Kurumu’nun yazılı hafızasını da içinde barındıran bir yapı… Kitap… Dergi… Gazete... Çok kıymetli bir arşiv. Dört duyumuzla algılayabildiğimiz bilgi. Gördüğümüz, elimizde tutabildiğimiz;  ağırlığı olan bir malzeme, sayfaları çevirdikçe burnumuza gelen mürekkep ve cilt kokusu. Yazılan eserleri gördükçe, insanı üretmeye iten bir mekân. Derin sessizlik… Bölünmesine ancak senin izin vereceğin bir okuryazar buluşması… Saygıyla okunmayı bekleyen nice roman,  tarih, araştırma, bilimsel ve mesleki metin…
Bütün kitapları dolduracak bir yer bulundu nihayet: TRT Artistik Hizmetler Dairesi Başkanlığı’nın ek binasındaki bir depo; ağaçların, suntaların, aksesuarların bulunduğu,  televizyon dekorlarının üretildiği;  bir nevi marangozhane!  Kitaplar hammaddesiyle aynı yerde, kitaplar aslına rücû ediyor…
Gözden ırak, gönülden ırakta. Ana binada asıl yararlanacak olan yapımcı, haberci ve çalışanlardan uzakta, garip kalacak bir kütüphane…
“Zaten giden de yok ki, araştırmak isteyen herkesin odasında bir bilgisayar var!”  Sözleri en sık duyulacak savunma.
 Bugünlerde ne kadar çok güveniliyor teknolojiye. Oysa her şey 0 ile 1 arasında. Birileri isterse bilgi var; “ kaldırın, öğrenilmesin” denildiği anda yok. Teknoloji kimin elindeyse bilgi de onların istedikleri şekliyle karşımıza gelecek. Olmadı bu iş bir virüse bakar! Al sana sonsuz bilgi… Bu arada, elimizdeki kitaplardan da olduk. Bir ortaçağ karanlığı arkasına bağlanır bu işin.
Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanı aklıma geliyor. Ortaçağ İtalya’sında bir manastır. Yetkili rahip dışında hiç kimsenin girmesine izin verilmeyen bir kütüphane. Okunması istenmeyen, saklanan, kimsenin haberdar olmadığı gizli kitaplar, girilmesi yasaklanan bölümler,  esrarengiz bir şekilde ölen rahipler… Kitapların okunması yerine, yanmasına göz yuman katı düşünce.
TRT’ deki durumun bir benzeri Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’nde de yaşanıyor. Kitaplık dağıtılıyor. Kitaplar çuvallara konuyor ve gönderileceği yerleri bekliyor. Nasıl olsa arkasına düşen olmayacak eskilerin. Zaten yeni teknoloji var! Artık kitapların hükmü yok. 
Kütüphanelerin, eğitimin ana üssü olduğu nedense akıllara hiç gelmiyor!
İki kurum, iki zengin kütüphane, küçük bir yer değişikliği;  büyük bir kayıp.

İlk çağlarda Babil Kitaplığı’nın sonra İskenderiye Kütüphanesi’nin,  yakınlarda Saraybosna ve Bağdat Kütüphanelerinin egemen olan güçler eliyle yakılarak yok edilmesi, bilgiye ve birikime yapılan saldırılar. Bunun – yakılma şeklinde olmasa da ortadan kaldırma isteğindeki benzerlik anlamında-  ardılları bugün küçük ölçekte TRT’de, yarın fırsat olursa Milli Kütüphane’de…  Bir uygarlığı yıpratmanın en kolay yolu; ortak hafızanın ürettiklerini yok etmekten veya usulca göz önünden kaldırmaktan geçiyor galiba…
Bir gün gelecek, bilişim çağı bitecek. İnternet Havuzu tek bir kaynaktan gelen bilgiyle dolacak. Bilginin karşılıklı paylaşılması ve çoğalması diye algılayıp, sonuna kadar kucakladığımız internet; kafamıza tek bir taraftan gelen bildiriler dağıtacak. Bugün her yazıya, görsele anında ulaşıyoruz dediklerimiz, erişilmez olacak.
 İşte o zaman tozlu kitapları arayacağız… 

“Gülün Adı” neydi? Aklına gelen var mı?

6 Eylül 2012 Perşembe

Afyonkarahisar Sabotaj mı?

06 Eylül 2012

ABD Türkiye'nin Suriye'ye girmesini istiyordu. BOP Eşbaşkanlığı'na da bu konuda her türlü baskıyı uyguluyordu. Buna rağmen Türkiye'de bir isteksizlik, iflas eden sıfır sorun siyasetine gönüllü gönülsüz/mecburi bir devam ediş gözleniyordu. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyıktı çünkü. 

ABD'de yapılan bir savaş oyununda Türkiye Suriye'ye girmezse içeride büyük bombalamalar yapılması konuşulmuştu. Gaziantep'teki bombalama olayı bu savaş oyunu haberinin doğruluğunu gösteriyordu. (PKK halen bu olayı üstlenmemeye devam ediyor.) Yine Şemdinli ve Beytüşşebap'daki devlete yönelik saldırıların arkasında sadece PKK'nın olmadığı çok açıktı. 

Türkiye hâlâ Suriye'ye girmemek için ayak diremeye devam ettiği için mi Çuvalcı CİA Başkanı ve ekibi (Bu ekip daha önce Gül ile de görüşmüştü[1]) yeniden Türkiye'yi sıkıştırmak için mi ülkemize geldi, bilmiyoruz. Bu ziyaret öncesinde dikkat çekici bir haber internete düştü: Güncel Meydan sitesindeki bir haber yazıya göre de Cumhurbaşkanı Gül zehirlenmişti ve olayın üstü örtülüyordu.[2] (Bu hadise Türkiye içi iktidar çatışmalarının sonucundan çok dünya iktidarı çatışmalarının bir sonucu olabilir mi, hadise doğrulanmadığı için bir şey söylemek mümkün değil!) 

Bu gelişmelerin hemen akabinde meydana gelen Afyonkarahisar mühimmat deposu patlamaları kafaları iyice karıştırmış durumda. Kaybettiğimiz 25 vatan evladı ise ciğerimizi deldi. Ağır yaralılarımız var. Şehitlerimize rahmet, yaralılarımıza Allah'tan acil şifalar diliyorum. Gece ilk yapılan açıklamalar el bombalarıyla ilgili bölümde bir sayım veya tasnif sırasında bu patlamaların olduğu yönünde idi. Yapılan açıklamalarda Genelkurmay 'bilinmeyen bir nedenle' vurgusunu yaparken Bakan Veysel Eroğlu 25 askerin şehit olduğu patlamayı "kaza" olarak duyurdu. CNN Türk'teki canlı yayında konuşan Emekli Tuğgeneral Haldun Solmaztürk bu olayın kaza olmasının mümkün olmadığını iddia etti. Bakan Veysel Eroğlu'nun açıklamasını sert bir dille eleştiren general, işin içinde bir bit yeniği olduğunu düşünüyor. Generalin canlı yayında ortaya koyduğu çarpıcı sorular kesinlikle yanıtlanması gereken veriler içeriyor.

Emekli Tümgeneral Haldun Solmaztürk, şu şok iddiaları dillendirdi;
*Bu kaza olabilir mi? Kaza olma ihtimali olmama ihtimaline karşı çok düşük. Çünkü askeri mühimmat darbelere dirençli imal edilir. Bunlar sandıklar içindedir. El bombaları tek taşınmaz, sandıklar içindedir.
*Bu mühimmat düşmekle patlamaz.

*El bombaları fünye ve bomba ayrı olarak bulunur. Patlaması için fünye ile bombanın birleştirilmesi gerekir. Bunlar ambalajlar içindedir. Haliyle böyle bir patlama olmaz. Kazaysa bu akıl almaz bir kaza...
*Açıkça söylüyorum 21.15'te bu patlamanın, kabul edilebilir bir tarafı yok. O saatte sayım olmaz. Bunu hiçbir asker kabul edemez. Savaşın ortasında değiliz ki, neden gece yapalım bunu. Şırnak'ta olsa çatışma varken olsa anlarım. Ama Afyon'dasınız. Gece görüş koşulları bu kadar sınırlı. Bunun hiçbir açıklaması yok.

*Burası en üst düzeydeki depodur. Sadece uzmanlar bulunur. Er bulunmaz.
*Sıradan herhangi bir asker bile bu saatte 21.15'te bunun yapılmayacağını bilir. Çünkü gece burada suni aydınlatma yapmak gerekir. Savaşın içinde değilken acil olarak niye gece sayım yapılsın.
*25 şehit var. Gece, karanlıkta, dar bir alanda 25 asker bir aradaysa buna kaza denemez.
Bu kadar sayıda insan gece mühimmat elden geçiriyorsa bunun kabulü mümkün değil.
*Kaza mı değil mi? PKK yapmadı diyemeyiz tıpkı kaza değil diyemeyeceğimiz gibi.
[3]

Gerçekten de hiçbir depo veya herhangi bir yerdeki sayımda 50 kişi olmaz! Hiçbir mühimmat deposuna 16.30’dan sonra savaş hali veya taarruz hariç, girilmez.. Depolanmış el bombasının patlama riski sıfırdır. 

Bu sabah görüldü ki durum çok daha vahim. Bir kilometrelik alana yayılan top mermileri, mayınlar ve benzeri malzemeler var. 

Peki, Türkiye'nin Suriye'ye girmesi için baskı oluşturacak Gaziantep'ten daha büyük bir olay olması gerekiyordu. Bu da Afyonda yapıldı diyebilir miyiz? El-cevap: Evet! Bu durumda Afyonkarahisar hadisesi bir sabotajdır ve arkasında ABD (onun da patronu İngiltere) vardır. (Cumhurbaşkanı’nın zehirlenmesi de, BOP Eşbaşkanlığı’na yapılan baskı sürecine Gül’ün yeterince katılmayıp, Suriye’ye girme hususunda hükümet üzerinde fazlaca bir baskı oluşturmamasıyla ilgili olabilir.) Peki, açıklamalar niye böyle? Çünkü devletler, kendilerine yapılan saldırıda devlet adı zikrettiğinde bu savaş sebebi olacaktır. (Mesela Suriye yakınlarında düşen uçağımız meselesinde Başbakan erken ve gereksiz konuşmuştur, bilerek veya bilmeyerek! Tükürdüğümüzü yalama zorunda kaldık!)

CİA'in Suriye sınırını kontrol ettiği, giriş çıkışların CİA kontrolünde yapıldığı söyleniyor. İskenderun otelleri'nin CİA ajanları ve El Kaide teröristleri kaynadığı söyleniyor. Yabancı uzmanlar buradaki çalışmaların ve göçmen kamplarının Türkiye'nin başına çok büyük işler açacağını söylüyor. Bu hususu aklımızda tutalım; 

Tayyip Erdoğan, ayak dirediği takdirde, kullanım tarihi de geçtiği için yerine Kılıçdaroğlu'nun geçirileceğini fark etti, buna göre siyaset değişikliğine mi gitti? 

Bu yüzden mi Tayyip Erdoğan'ın AKP MYK'sında bir değişikliğe gideceği haberi duyuluyor? Ardından Başbakan bir açıklama yapıyor ve Suriye'ye gireriz, Şam'da Emevi Camiinde namazımızı kılarız diyor.

Bu durumda bazı sorular akla geliyor. Ve tabi sorulardaki yeni durumlara göre yeni duruşlar gerekecek:

Birinci soru şu: Başbakan'ın Suriye'ye daha fazla seyirci kalamayız açıklaması ile ABD (ve onun sahibi İngiltere'nin) tehditlerine boyun eğdiğini mi anlamalıyız? Afyonkarahisar sabotjı sonrasında Orman Bakanı tarafından yapılan açıklamada hadisenin bir sabotajla ilgisi olmadığı, bir yabancı parmağı olmadığının söylenmesi, tam da bu hadisede kesinlikle bir yabancı parmağının olduğuna mı işaret ediyor?

Eğer tehditlere ve sabotajlara, şehirlerimize yapılan saldırılara boyun eğilmemesini istiyorsak ve başımızdakiler de buna uygun davranacaklarsa bu türlü büyük sabotajlara, suikastlara, adam kaçırmalara, işgal kalkışmalarına karşı her an tetikte olmamız gerekecek. 

İkinci soru: Tehditler kabul edilip Suriye'ye girilecekse bu takdirde asıl hedef'in Suriye değil Türkiye'nin bölünmesi olduğu hatırlanırsa, bu hükümet bölünmeye kesin onay vermiş mi olacak? Bu takdirde bir savaş ve ardından da muhtemel bir iç savaş'a hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bu iç savaşın da ilk ateşinin Türkiye'nin bağrına kama gibi sokulan sığınmacı kamplarından geleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. 

Üçüncü soru: Bu açıklamalarla bir zaman kazanmaya mı çalışılıyor? Önümüzdeki bir iki ayı bu şekildeki zorlu saldırılara büyük bedellerle karşı koyabilirsek sonrasını düzeltebiliriz diye mi düşünülüyor? Bu takdirde de AKP'nin dayanacağı yegâne güç olan Türk Milleti'nin -dünkü yazımda da bahsettiğim gibi- bilgilendirilmesi ve güçlendirilmesi gerekecek. Bu davranışın sonunda bazı büyük siyasetçilere suikastlar da yapılabileceğini değerlendirmek gerekir. Ne yazık ki AKP, uyguladığı açılım siyaseti, AB siyaseti ve Dış siyaseti ile Türkiye'yi her türlü saldırıya açık hale getirmiştir.

Tayyip Erdoğan'a zaman zaman verilen siyasi desteklerin karşılık bulup bulmayacağı ise Başbakan'ın yeni siyasetinin açıklığa kavuşması ve Türk Milleti'ne karşı daha net ve şeffaf olmasından sonra belli olacaktır.

Bu saldırılar, sabotajlar daha savaşın (Türkiye-ABD) başında olduğumuzu gösteriyor.

Gelecek günlerin çok daha zorlu geçeceğini tahmin etmek zor değil.

Sözüm size bize, hepimize...


[1] https://www.facebook.com/photo.php?fbid=360771870667738&set=a.129104667167794.29548.129062533838674&type=1&ref=nf

[2] http://www.guncelmeydan.com/pano/abdullah-gul-zehirlendigini-niye-gizliyor-hasan-demir-t32476.html

[3] https://www.facebook.com/photo.php?fbid=469120279775647&set=a.119897401364605.13381.118357081518637&type=1&ref=nf

Pakistan'da Neler Oluyor?

06 Eylül 2012

Orman bakanı Afyonkarahisar'daki sabotajı Pakistan'da da oluyor şeklinde sıradan bir hadise gibi açıkladı. Peki, Pakistan'da neler oldu? Kısaca bakalım.

Pakistan bugün tamamen ABD'nin egemenliğine girmiş durumda.

Bu yüzyılın başında İngilizlerin işgaliyle ve yönlendirmesiyle kurulan üç ülkeden biri olan (diğerleri Bengaldeş, Afganistan) Pakistan, hızlı bir gelişme sürecinden geçirildikten (sömürüyü kolaylaştırıcı yatırımlar yapıldıktan) sonra, önce İngilizlerin yetiştirdiği cemaatler ve onların liderleri (hocalar) iktidara getirildi. Sun'i bir refah ortamı yaratıldı. Bu arada Afganistan'daki Taliban (ki İngiliz ve Amerikan kuruluşudur) zulmünden kaçanlar Pakistan'daki mülteci kamplarına yerleştirildi ve tabi beraberinde kiralık katiller, sabotajcılar, ajanlar da bu vesileyle görünmez olarak Pakistan içlerine sızdılar. 11 Eylül saldırısı ve ABD'nin Afganistan'ı doğrudan işgaliyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan diğer eylemci radikaller de Pakistan'a iyice çöreklendiler. O güne kadar nükleer silaha sahip olan, savaş uçaklarına, taarruz  ve savunma helikopterlerine ve bir de demokrasiye sahip olduklarını zanneden Pakistanlılar için denizin bittiği, karanın göründüğü ortaya çıktı. Çünkü çarşılarda canlı bombalar, eli silahlı teröristler, suikastçılar ve sabotajcılar ülkeyi kaosa sürüklediler. Yönetimi beceriksizlikle suçlayan ve Pakistan'ın Pakistanlılara bırakılmayacak kadar kendileri için önemli olduğunu ilan eden ABD ve İngiltere kıymeti kendinden menkul İngiliz yetiştirmesi mollalar ve talipler eliyle Pakistan'ı ve Pakistan halkını idare ediyor. Türkiye’deki gibi mülteci kampları Pakistan’daki sonun başlangıcı olmuştur vesselam.

5 Eylül 2012 Çarşamba

İletişim Araçları Gaflet ve İhanetten Kurtarılmalıdır

05 Eylül 2012 

Türkiye ve Ortadoğu çok önemli bir dönemecin eşiğinde. Büyük şeytanlar iş başında. Büyük planlar devreye sokuluyor. Kuklaları göreve gönderiliyor. Onları mühim bir iş yaptı zanneden bir kitle oluşturuluyor. Düğmeye basılmış durumda. Ve aka arkaya şehit haberleri alıyoruz. Şehirlerimiz, devlet dairelerimiz baskına uğruyor. Türkiye çok büyük bir saldırı ile karşı karşıya. Bunu açık seçik görebiliyoruz. Aptal değiliz. Bu saldırının adı "Savaş"tır. Yurdumuza, milletimize karşı ilan edilmemiş bir savaş yürütülüyor. Saldırıların arkasında hangi ülkelerin bulunduğunu, dolayısıyla bu savaşı hangi ülkelerin, hangi maşaları kullanarak yürüttüğünü sağır sultan bile duydu, biliyor. Ama ne yazık ki devletimiz tarafından Türk Milleti nasıl bir savaş ile karşı karşıya olduğuna dair yeterince bilgilendirilmemektedir. Basınımız bu konuda üzerine düşeni yapmıyor.

Devletlerin vatandaşını bilgilendirmesi için en etkili yol ülkenin basınından geçer. Basınımız ise gaflet değilse ihanet içindedir. Otuz küsur senedir Türkiye'nin teröre karşı verdiği mücadele, basın tarafından desteklenmemiş, tam aksine, devletin aleyhine terör ve yandaşlarının görüşleri, sistemli olarak kamuoyuna aktarılmıştır. Kamuoyu bilgilendirilmesi gereken meselelerde bilgiye aç, susuz bırakılmış, gelişmeleri sanki bir yabancı gibi görmesi, ilgilenmemesi, uyuması, alışması, vurdumduymaz hale gelmesi, karamsarlığa düşmesi, sistemli yayanların kucağında sersemlemesi, bunun yanında da ülkenin en önemli meseleleri dururken lüzumsuz meselelerle ilgilenmesi sağlanmıştır. Bunun en somut örneğini ise televizyonlarda günler, geceler boyu yayınlanan futbol programları oluşturuyor: Bilmem hangi futbolcunun atamadığı golü hangi sebeplerle atamadığı, en ince ayrıntılarına varana dek haftalarca konuşuluyor ama Türkiye'de, açık konuşalım Türklerin asli ve ayrılmaz bir parçası olan Kürtlerin nasıl devlete düşman hale geldiği konuşulmuyor. Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan ve her köyde ayrı konuşulan dillerin nasıl olup da farklı bir dil haline getirildiği konuşulmuyor. İçinde kendine ait bir kelime bulunmayan bir dil, nasıl olur da bir millet dili haline getirilir, bunu kimse konuşmuyor. Terör örgütü tarafından Avrupa'ya yaptırılan göçler neticesinde Türk çocuklarının Türkiye'de oluşturulacak yeni bir millet için nasıl beyinlerinin yıkandığını, kendilerini farklı görmelerinin sağlandığını ve eğitildiğini, daha sonra da Türkiye'deki belediyelere ve kamu kurumlarına yerleştirildiklerini, İngilizlerin, Almanların, Fransızların, Hollandalıların.. istihbarat örgütlerinin ne gibi çalışmalar yaptığını konuşmuyorlar. Otuz yıldır da konuşmadılar. Üç beş kıymeti kendinden menkul sözde yorumcu ile kamuoyunu nasıl uyuttuklarını hepimiz gördük. 

Türkiye Cumhuriyeti bu savaştan galip ayrılmak istiyorsa kapalı kapılar ardında yürüttüğü görüşmelere değil, milletini olup bitenler ve çözüm yolları konusunda aydınlatmaya önem vermelidir. Çünkü bu savaş, ancak insanını çok iyi eğiten, bilgilendiren, her bakımdan güçlendiren büyük ülkelerin kazanabileceği bir savaştır. Bu savaşta hamasi sözlerin yeri yoktur. Sıradan sivil toplum kuruluşlarının cılız seslerinin vatandaşı bilgilendirmeye gücü yetmez. Devlet, bilgilendirmem diye ısrar ederse o devletin varlığı tartışma götürür, geleceği de karanlıktır.

Bugüne kadar Türkiye Basını, kanayabilecek ne kadar yara varsa hepsini kanatmıştır. Bu yaralardan oluk oluk kan fışkırmaktadır. Bundan böyle Basın kendisini toparlayıp bu yaraları nasıl saracağını düşünmelidir. Düşünmez ise ne olur: Bu devlet yıkılır. Bu devletin yıkıntıları arasında kendisi de boğulur gider. Bu çatışmalar, adam kaçırmalar, bombalamalar, mayınlamalar, yoğun şekilde sürdürülen göçler, Türkiye'nin Irak gibi, Afganistan gibi, Suriye gibi olması ile sonuçlanacak bir kaos ortamını doğurur. Suçlu ile suçsuz, yerli ile yabancı birbirine karışır. Nice günahsız insanların canı yanar. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes şunu iyi bilmelidir ki, bu toprakların parçalanması, kimsenin yararına olmaz. Sadece ve sadece İngilizlerin parmağına doladığı emperyalist ekibin, kan içicilerin, hortumcuların işine yarar. 

Dün Şemdinli'de, bugün Beytüşşebap'ta, yarın bilmem nerede Türkiye devletine karşı yapılan savaş, Kürt kardeşlerimizin savaşı değil, asırlık "Dwide and rule" (Parçala ve yönet) ilkesi sahibi İngilizlerin savaşıdır. Kürtçe diye bir dil oluşturan, sizin büyük bir medeniyetiniz vardı diyen, siz farklısınız diyen ve farklı bir millet algısı için bütün basın yayın imkânlarını kullanan İngiliz'dir. Ermenilerce idare edilen PKK'yı kurduran da, yöneten de Londra'dır. Ne yazık ki aynı Londra Türkiye'yi yönetenleri de aba altından sopa göstererek, ödüllere boğarak idare etmektedir. Bu durumda Türkiye'yi yönetenlerin sığınacağı en makul kitle yine Türk Milleti'dir. Bu yüzden de yöneticilerimizin Türk Milleti'ni hafife almaları doğru değildir. Basını ve diğer organları etkili bir şekilde kullanarak Türk Milleti'nin sür'atle, her bakımdan, güçlendirilmesi gerekir. Başbakan'ın danışmanları akıllarını başlarına alsınlar. Olayların sebep ve sonuçlarının gizlenmesi değil, açıklanması gerekiyor.[1] Çünkü açık yara kangren olmaz! 
Türk Milleti'ne ihanet edenlerin sonu çok acı olmuştur. Bunu ihanet içinde olanlar zaten bilmektedir. Sonuçlarına da katlanacaklardır. İhanet içinde olduğunu bilmeyenlere sesleniyorum: Herkes kendine çeki düzen versin. Bu millet, Allah'ın sevdiği bir millet olmasaydı, bunca gaflete, ihanete rağmen bu kadar süre ayakta kalabilir miydi? Allah'ın adını dünyaya yayma şerefi çok şükür hâlâ Türklerdedir. Kendini farklı gören kardeşlerime sesleniyorum: Önce beynini yıkayanların ve talimat aldıklarının kimler olduğunu gör! Geri dönülmez bir noktada değilsin. "Her bakımdan" Türk olduğunu şerefsiz Basın göstermese de, yöneticilerimiz buna göz yumsa da sen Türk Milleti'nin ayrılmaz bir parçasısın. 
Sözüm size, bize, hepimize...


[1]http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21376364.asp?utm_source=twitterfeed&utm_medium=facebook

22 Haziran 2012 Cuma

Müslümanlar Uyanık Olmalı

22 Haziran 2012 

Allah tarafından “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” buyruluyor. (Hicr/9)[1] Ama buna rağmen kâfirler, müşrikler Kur’an üzerindeki tahrif çalışmalarına devam ediyorlar, edeceklerdir. Tabii bir durumdur. Onların imtihanı böyledir. Fitneye devam edecekler, elbette hesap gününde cezalarını da çekeceklerdir. Ancak Müslümanlara da bu konuda uyanık durmak ve bu gibi çalışmaları takip etmek düşer. Kur’an’ın üzerinde yapılan çalışmaların neler olduğu konusunu uzmanlara bırakarak bu çalışmaların ne şekilde olduğunu söylemek istiyorum. 1.Ayetleri değiştirmeye çalışıyorlar ki buna güçleri yetmez! 2. Anlamını değişik olarak sunmaya çalışıyorlar; Tercüme, meal, tefsir üzerinde manayı değiştirmeye, kafa karıştırmaya yönelik tahriflerde bulunuyorlar. Kur’an’ın lafzını değiştirme gayretlerine bir örnek olarak www.amazon.com adresinde satışa sunulan The True Furqan adlı kitabı gösterebiliriz. Uydurma bir kitap olduğu söylenmektedir.[2]

Bir süre önce, Vakit gazetesinden Ali Eren, Diyanet’çe yayınlanan Tefsirli Meal konusunda bir yazı yazdı.[3]Fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşım da bana bu yazıyı neden sosyal paylaşım sitesinde dağıttığımı sormuştu. Diğer bütün yayınlardaki eksiklikler, hatalar bir yana bir dini yayındaki hatalar bana göre önemliydi. Hele muhtevasındaki eksiklikler, yanlışlar, bir de bu eksikler, görenlerce tespit edildiği halde düzeltilmemişse, durum ciddi demekti. Bu gibi dikkatler bana göre önemliydi. Onun için yazıyı herkesin görmesini istemiştim. Bu yazıdan anladığım kadarıyla Kur’an’ın anlamı üzerinde de ciddi oynamalar yapılmaktadır.

Samimi Müslüman yazarlar ve İslâm’ın kaynaklarını yayınlayan yayınevleri de yayınladıkları eserlerde, başta imlâ kuralları olmak üzere, tercüme, dizgi vb. hataları yapıyorlar. Bazı hususi yayınevleri, bilgisayar teknolojisinin getirdiği imkânlardan da yararlanarak, Diyanet’çe tasdik edilen, “görüldü” diye mühürlenen Kur’anlardan farklı olarak rengârenk baskılı, dizgili, açıklamalı Kur’an-ı Kerimler yayınlıyorlar. Bu yayınların tamamının mutlaka kontrol edilerek yayınına izin verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu eserlere, Kur’an, Meal ve Tefsirlere olağanüstü bir dikkat göstermemiz gerekir. Vebali çok büyüktür çünkü. 

Sadece özel yayınevlerinin değil, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’nın da hiçbir tartışmaya sebep olmayacak kadar sağlam olması gerekir. Ama maalesef ilim erbabının azlığı, tenkid müessesesinin olmayışı dolayısıyla yayınlanan her eser araya kaynayıp gitmekte, okuyucusunu az veya çok bulmakta, kıratına göre değer kazanmakta, gönülleri aydınlatmakta veya kafaları karıştırmaktadır. Yukarıda alıntıladığım yazıları okuduktan sonra hafızamı yokladım. İlimle, Kur’an’la fazla meşgul olmadığım halde, okuduğum bir Meal’de gördüğüm hususları bir kenara not ettiğimi hatırladım. Bu notlara yeniden baktım. O zaman önemli görüp yayınevine bildirmek istemiş fırsat bulamamış olmalıyım. Bu gibi hataların en aza indirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Mevcut mealler üzerinde şüphe uyandırmak gibi bir kastımızın asla olmadığını, olamayacağını, bundan Allah’a sığındığımı belirterek, dikkat zayıflığımıza bir örnek vermek istiyorum. Kitaplığımdaki, okumuş olduğum, güvenilir bir yayınevince çıkarılan bir Meal'deki birtakım dizgi ve mantık hatalarını not etmişim: Diyanet Vakfı Yayınları arasında çıkan ve Ali Özek, Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş tarafından hazırlanan Kur'an- Kerim ve Açıklamalı Meali adlı eserdeki (1. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993) notlarımı, belki uzmanları gelecek baskılarında düzeltir ümidiyle bilgilerinize sunuyorum:

KUR’AN-I KERİM VE AÇIKLAMALI MEALİ kitabında görebildiğim maddi hatalar:
Mealin sayfa numaraları yanlış dizilmiş. Sayfa sayıları ikinci sureden başlıyor. 1. Sureden başlamalıydı. Bkz. sf.1
VIII.sf.  Sayfadaki 7. ayet açıklamasında herüşeye-herşeye yazılmalıydı. İmlâ Hatası.
2.sf. 15. ayet başıboç-başıboş olmalıydı. İmlâ h.
4.sf. 27. ayet çıkaırlar-çıkarırlar olmalıydı. İmlâ i h. 
7.sf. 56.ayet (Ayetin açıklamasında baygın düşen deniliyor; Ayette öldürülüp diriltildiği söylendiği halde...) Ne hatası anlayamadım!
14.sf. 101. ayet yarışarında-yanlarında olmalıydı. İmlâ h.
15.sf. 102. ayet (Açıklama yanlış, sihir ilmini öğrenmekte beis yoktur deniliyor. Bu kafa karıştıran açıklamaya sade bir meal içinde sanırım gerek yoktur.)
18.sf. 123.  ayet. (Açıklama yanlış ve gereksiz, kaldırılmalı diye düşünüyor insan.)
18.sf. 124. ayet  (Bu ayetin tercümesinde anlaşılmaz kısımlar var; yeniden tercüme edilmeli.)
20.sf. 137. ayet. mutlakağanlaşmazlık-mutlaka anlaşmazlık olmalıydı. İmlâ h.
20.sf. 140. ayet. olduklarınışmı-olduklarını mı olmalıydı. İmlâ h.
20.sf. 140. ayet. Allah ıı?-Allah mı? Olmalıydı. İmlâ h.
26.sf. 178.ayet. asabsa-asarsa olmalıydı. İmlâ h.
28.sf. 188. ayet hakimlers-hakimlere olmalıydı. İmlâ h.
29.sf. 192. ayet. rahimdir kelimesi yanlış yerde hece bölünmüş. Dizgi h.
30.sf. 198. ayet. 4. açıklama: ictihatlar ı, kanaater-içtihatlar, kanaatler olmalıydı. İmlâ h.
54.sf. 45. ayet (Bu ayette bir tercüme hatası olabilir mi? Ayette "Mesîh'tir" geçiyor mu?)
84.sf. 44. ayet (verilenlere-verilmeyenlere olabilir mi? Tercüme hatası olabilir mi?)
108.sf 13. ayet. (Açıklamasına “kısmen”den sonra “kulaktan dolma” eklenmeli değil mi? Bu haliyle kafa karıştırıcıdır.)
154.sf. 40. ayet (Açıklamadaki imkâ-nsızlık dizgi yanlışı olmuş.)
204.sf. 117. ayet gurubun-topluluğun veya gurubun-grubun olmalıydı. Çeviri, imlâ hatası.
207.sf. 4. ayet vâdi-vaadi olmalıydı. İmlâ h.
225.sf. 38. ayet. (Açıklama tartışmalı! Hz. Nuh’un gemisi buharlı mıydı? Değil miydi?)
240. sf. 47. ayet stok edip-depolayıp(yığıp, biriktirip) olmalıydı. Tercüme h.
241.sf. 57. ayet. Stok etti-depoladı olmalıydı. Tercüme h.
258.sf. 25. ayet (Açıklamada kötü-köksüz olmalıydı. Tercüme h.)
309.sf. 71. ayet (Açıklamadaki “Bir rivayete göre” lafzı “ancak bir rivayete göre Allah”, şeklinde olmalıydı.)
384.sf. 5. ayet (mukaddes topraklara) Ayet’in içindeki bu açıklama doğru mu? Arz-ı mevud’u hatırlatıyor.
477.sf. 17. ayet ittiler-ettiler olmalıydı. İmlâ h.
479.sf. 35. ayet altındaki açıklama 36. ayetin altına girmeliydi. Dizgi h.
494.sf. 86. ayet (Açıklama tartışmalı. Yorumun kaynağı?)
540.sf. 28. ayet (Açıklama yanlış olabilir. Bakılmalı, yanlışsa kaldırılmalı!)
540.sf. 29. ayet lutfundan-lütfundan (çalışmazlarsa) İmlâ h.
590.sf Et Tarık Suresinin girişindeki açıklamanın ikinci yarısı yanlış. Mecazi olarak... kısmı çıkarılmalı. (Ayet apaçık!) (Tercüme hatasından ileri bir hata.)

Kur’an üzerindeki her türlü tahrip ve tahrifata Allah’ın izin vermeyeceğini biliyoruz ama biz de kul olarak üzerimize düşeni yapalım. Bir tek insanın bile aklına tek bir soru bırakmayacak şekilde yayınladığımız Kur’an, meal ve tefsirlerde dikkatli olmalı, yayınlanmış olan eserlerin çok sağlıklı olmasına çalışmalı, tenkidi yapılması gerekenleri de en ciddi bir şekilde tenkid süzgecinden geçirmeliyiz, diye düşünüyorum.


[1]http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=15&ayet=9

[2]https://www.facebook.com/groups/ulkucuyazarlar/permalink/329061893837188/

[3]http://www.ismailaga.info/yazi/tag/diyanet-tefsirli-meal/

19 Haziran 2012 Salı

Yazsam Ne Olacak?

19 Haziran 2012 

Haydaa! Ne mi olacak? Kuzum, yazmayanlara bir şey mi oluyor da sen bu soruyu soruyorsun? Tamam, yazınca, hem de etkili bir şeyler yazınca başına altından bir taç kondurmuyorlar. Yazarlık, şairlik günümüzde beş para etmiyor. Doğru lakin meseleye farklı cephelerden bakılmalı. Mesela yazmak, kendini ifade etmek; kendini inşa etmek değil mi?

Anlamlandıramadığımız dünyayı, âlemleri, olayları insanları çözümlemek istiyoruz. Bu aslında kendini tanıma ile başlayan bir inşa süreci. Sen kendini yeni inşaya başlayanlardan mı yoksa kendimi inşa ettim, diyenlerden misin? Dur, bana kulak ver. Sözlerim hepimize.

Yazma, bir nevi kendini biçimlendirme yolu. Yazmak için önce yazma ihtiyacı hissediyorsun. Yazdıkça kendin oluyorsun. Bir yetenek midir? Doğuştan da gelebilir, sonradan da edinilebilir yazma isteği, becerisi... İnsanın görgüsü, bilgisi, yaşadığı olaylar onu yazmaya itebilir. Okuduklarında rastladığı bir kırıntı kişiyi kanatlandırabilir. Güzel düşünüp konuştuğunu söyleyen bir öğretmeni "Neden Yazmıyorsun? Sen şiir, hikâye, roman yaz!" diyerek onu ateşlemiş olabilir. Hatta okuduğu eserler, aldığı eğitim yazmaya zorlayabilir de. Yazmaya bunlar değil de gençlik duyguları, sevgiler, karşılıksız aşkları, reddedilme, hayal kırıklığı da yol açmış olabilir. Yaşanan bir felaket onu intihar etmek yerine yazmaya sevk etmiştir, belki de. Ulaşılamayan hedefler, mutsuz evlilikler, sonuçsuz koşular, anlaşılamamak, savaşlar, fakirlik... Daha birçok sebep insanı yazar yapmaya yetebilir. Sen bunların yazıya geçirilmesini, tarihe bir not düşülmesini az şey mi sanıyorsun? Diğer insanlar bundan kendisine göre dersler çıkarır, yaşanmış şeyler sıkıcı, rehbersiz, başıboş hayatında ona yol gösterir. 

Yazmaya başlamanın sebepleri ne olursa olsun yazar için dört nokta çok önemli: Yazar dolu olacak, anlatacağı şeyler olacak, olmazsa daima kendini her dem yeniden doldurmayı bilecek; okuyacak, gezecek, görecek, gözlem yapacak, malzeme biriktirecektir. Yazdıkça bittiği için malzemesini tazeleme ihtiyacındadır o. Kendi birikimiyle edindiği bu malzemeyi estetikle yoğurduğunda özgün bakış açıları ortaya çıkar. Bu bakımdan o bir deniz feneri gibidir. İkincisi de dilini, Türkçeyi çok iyi bilecek okuyucusu, dilin bütün imkânlarının, hatta daha fazlasının kullanıldığı metinlerinden zevk alacaktır. Üçüncüsü, yazdıklarına şaka veya nükte katabilecek güçte olmasıdır. Dolu bir beyin, güzel bir Türkçe ve şakacı bir üslup kadar okuyucuyu kavrayacak bir şey yoktur. Dördüncüsü de yazarın sadece dille değil, zamana, olaylara, şahıslara yaklaşımı ile kendine özgü bir üslup sahibi olmasıdır. Onu farklı ve vazgeçilmez kılan üsluptur okuyucusunun gözünde. Farklı olmak, değerli olmak, yazmak için yeterli değil midir? Burnunuza dikkat edin, biraz büyümüşse yazmayın!

Yazmanın şartları yoksa yazma eylemi gerçekleşemez mi? Yani "Aç maymun oynamaz mı?" Oynar elbette. Dünyada birçok yazar, mesela çok sevdiğim Martin Eden'in yazarı Jack London, Türklerin dünya çapındaki yazarlarından Cengiz Dağcı, şairlerinden Mehmet Akif Ersoy tabir yerindeyse açken yazmışlardır. London bir gemi tayfası, Dağcı bir garsondu. Akif' kağıt bulamadığı için kaldığı evin duvarına kömürle yazmıştı İstiklal Marşı'mızın ilk kıtalarını ve ihtimal beş parasızdı. “Yazarın hayatını idame ettireceği bir imkânı yoksa nasıl yazsın; yazmak para kazandırıyor mu ki, yazsa noolcak?” dediğinizi duyar gibiyim. Sabırsızsanız ben ne yapabilirim?

Yazar çevresince takdir edilmiyorsa yazamaz, buna katılırım. Ailesi, eşi dostu hatta yayıncısı onu takdir ve teşvik etmezse yazarın işi elbette zordur ama büyüklük, bunlar olmadan da yazabilmektedir. Her yazarı teşvik eden Kemal Çapraz gibi, Behçet Kemal Gürsoy, Feridun Yıldız gibi yayın yönetmenleri bulmak elbette zordur. Bu doğal besin, yazara hava kadar, su kadar, yemek kadar lazım bir nesnedir. Olmazsa artık yazar olmuş olanlar müstesna, genç yazarın hayat bulması zordur. 

Nihayet yazar, usta bir yazar olmadan önce, yazmaya başlamamışsa yahut yazdıkları bir yayın organında yayınlanmamışsa yazamaz. Bu yayın organının yaygın olup olmamasının zerrece bir önemi yoktur. Sen yaz ki yazdıklarının bir şeye benzeyip benzemediği, ne mal olduğu ortaya çıksın. Sağda solda yazar sıfatıyla ahkâm kesmek kolay. Yazsana! Yazdığın zaman sepetinde ne kadar pamuğun olduğu görülür. Yazdıklarının kalitesi ortaya çıkar. Kaliten, senin konuşmaya da hakkın olup olmadığını ortaya koyacaktır. Yaz ki senin ne kıratta olduğunu ortaya koyacak, yazacak, belki de konuşacak birileri çıksın. Senin kıratını ortaya koyacak birisi çıkmıyor ve sen hâlâ yazıyorsan, iki şık geçerli: Ya sen ipe sapa gelmez şeyler yazıyorsun yahut da gerçek eleştirmenler yok, yetişmemiş. Eleştirisi, eleştirmeni olamayan edebiyatımızın vay haline! Yazarak edebiyatımızın eleştiriye ihtiyacını da ortaya koymuş olmayacak mısın? 

Yazmaya başlamış, yazdıkları yayınlanmış, okuyucu tepkilerini öğrenmeye başlamış yazarı en önemli meselesi okuyanların azlığıdır. O yazmanın zevkini almıştır okuyucu avına çıkmış ama okuyucu azlığı, olmayışı onu zincire vurulmuşa döndürür. Daha geniş bir okuyucu kitlesine yazdıklarını ulaştıracak bir ortam, bir yayın evi, bir gazete, bir dergi, bir örütbağ sayfası bulamazsa ondan yazmasını beklemeyin. Kabuğuna çekilmeye hazırdır artık. Türkiye'de, Basın'ın şişirdiği üç beş yazardan fırsat bulup okuyucuya ulaşmak da neredeyse imkânsızdır. Birkaç yayın evi genç yeteneklere, dolu beyinlere fırsat sunar. Hâlbuki gerçek yazarlar bu fırsatları takip edecek durumda değildir. Onun işi yazmak... İş kovalamak değil ki. Tabi o fırsatlar da kaçıp gider.

Yazdıklarını iyi bir yayın evine gönderen çok uzun denilebilecek bir süre yayın evinden heyecanla haber bekler. Genellikle gelen cevap olumsuzdur milli duruşlu, tanınmamış yazarlar için. Editör(!) bir kenarda unutmayacak, keyfi yerinde olacak, konuyu bilecek, eseri değerlendirebilecek olgunlukta olacak, eseri ticari bulacak vs. Zordur olumlu cevap almak. Diyelim ki olumlu cevap aldınız. Yayın evi küçük ve imkânları da kısıtlıysa yayın sırasına konur eser. Bekle Allah bekle! Yayın evini arasan bir türlü, aramasan bir türlü. Farz edelim ki kitabınız basıldı, matbaadan çıktı. Yayın evinin imkânları kısıtlıysa, dağıtım ağına, sokamaz. Aracı dağıtıcılar da altı ayda mı, bir yılda mı yayın evinin parasını vermediği için kısa zamanda yayın evine top attırırlar. Dağıtım ağına reklamsız sokulan kitaplar okuyucunun dikkatini çekmez. Okuyucuya kitabı fark ettirmeniz gerekir. Okuyucuya kitabı fark ettirmek için kitapçılara gidip kitabınızı ön raflara koymak istersiniz, bırakmazlar. Reklamı yapılmayan hiçbir mala rağbet edilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerin köşe başlarını tutmuş birkaç kitap eleştirmeni ancak belli yazarların kitaplarına geçit verir. Böyle bir ortamda yazarın tanınması, okunması zordur. Edebiyat dergileri, örütbağ sayfaları da kitabı tanıtmıyorsa o kitabın vay haline, unutulmaya adaydır. Yazarın gönlünü hoş etmekten başka bir işe yaramaz yayınlanmış olması. Bu durumda birileri çıkıp, değeri bilinmeyen kitap ve yazarıyla ilgili üç beş laf eder, kitabı tanıtır, kitapla ilgili bir eleştiri yazısı yazarsa belki yeni bir şansı olur yazarın. Bu tür yazıları yazacak olanların da kitabınızı görmesi, vakit ayırması, dikkatini vermesi gerekir. Elden ele dağılacak bu yazılar, meraklılarına bir şekilde ulaşacaktır. 

Ülkemizin nüfusu düşünüldüğünde okuyanımız pek azdır. Diyelim ki kitaptan okuyucunun haberi oldu. Okumaya niyet etti, parası olmalıdır ki kitabı edinebilsin. Baş döndürücü bir dünyada, çalışma ve koşturmadan fırsat bulup kitabı aldı, okudu. Bu okuyucunun, yazara “Eline sağlık, çok güzel bir kitap yazmışsın!” demeyecektir. Buna zamanı yoktur. Olsa da böyle şeylerin önemi aklına gelmez bile. Bu süreçte yazar, yeni bir esere başlamak yerine yazdıklarından gelecek tepkileri beklemektedir. Eli, kalemi yeni bir eseri yazmaya gitmez. Okuyucusundan gelecek övgüleri beklemektedir. Yazsam ne olacak? diyen yazarın ilacı, eczane raflarında bekleyen ilaç gibidir. Bir tek kişi bile olsa yeterlidir onun için. Bu konuda böyle düşünen yazardan farklı düşünüyorum. Bu takdir ve teşviği beklemeden yazmalısın. Çünkü –üzülerek söyleyeyim- bu eleştiri gelemeyebilir de. Okuyanın artması, iyi kitaba değer veren iyi okuyucuların çoğalması, iyi eserlerin yazılmasına bağlıdır. Öyleyse yazdıklarını takdir edecek okuyucuları bulmak, yetiştirmek için yazmalısın. Yazsan şu olacak: Yazmak boşalmaktır. Boşalmak için önce dolman gerekecek, bunun için bol bol okuyacaksın. Yani önce kendin iyi eserlere ulaşacaksın. Ulaştığında da -eşek değilsen eğer-  okuduğun eseri yazan yazarı eleştirecek, eserin beğendiğin, beğenmediğin yanlarını tenkit edeceksin. Tabii o yazar da bir başka yazarla karşı karşıya olduğunu görecek ve takdirini esirgemeyecek. Özetle, okuyucunu, eleştirmenini kendi kendine bulacaksın.

Bu süreçte yazdıkların hiç okunmuyor olamaz. Mutlaka okunuyor. En azından yayınevinin yayın yönetmeni, düzeltmeni, sahibi vs. okudu eserini. Bir kişiye bile yazdıkların ulaştıysa, ki ulaştı, gam yeme. O bir kişi senden aldıklarıyla güzelliklere vesile olacaktır. Takdir edilmek, fark edilmek istiyordun, olmadı ama bu, bundan sonraki eserlerinde gerçekleşmeyecek anlamına gelmez.

Belki de yazdıklarını iyice demlenmeden, ayıklanmadan, eleştiri süzgecinden geçirmeden, hiç de az olmayan dikkatsiz yayın yönetmenleri sayesinde, okuyucunun karşısına çıkardın? Tedavisi, yazdıklarınızı ehil dostlarınıza okutup tavsiyelerine kulak vermeden önce, kimsenin başını ağrıtmadan, iyice demlendirip öyle görücüye çıkmanızdır. Nice güzel eserler, küçük dikkat eksiklikleri yüzünden heba olur. Yazdıklarını on kere oku, on kere okut. Hatalarını, sevaplarını sana söyleyebilecek gerçek dostların olsun. Öyle bir yayın eviyle çalış ki düzeltmeni tek bir imlâ hatası bırakmasın yazdıklarında. Kitabının kapağıyla, iç kapağıyla bizzat ilgilen. Unutma ki estetiği yüksek kitaplar okuyucuyu yakalar. Kitabının her şeyiyle ilgili ol. Yayın evine çok az iş bırak. Çünkü yayın evleri bu konuda tembeldir, asıl mesailerini kitabını dağıtım ağına sokmak ve dönecek hesaplara ayırmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca hazıra konmayı da sevdiklerini düşün.

Yazdıkların zülfüyara dokunuyorsa, ikaz, tehdit, küfür ve dayaktan başlayan, hapislere uzanan bir süreci de yaşayabilirsin. Olsun. Bunların her birinin yaşatacağı kendine has sıkıntıları, acıları, duygu ve düşünceleri vardır. Bunları öğrenmiş olursun. Kolayca “Büyük yazar” olunmuyor. Hiç olmazsa bu konuları yazarken işkembeden sallamamış, yaşayarak, bilerek yazmış olursun. Yazdıkça kimlerle aşık attığını, dans ettiğini, kimin ayağının nasırına bastığını göreceksin. Bundan keyif alacaksın. Seni oradan buradan; ocaktan bucaktan; partiden purtudan arayacaklar, şöyle yazsaydın keşke filan diyecekler; eksiklerini göreceksin! Yazmak düşman kazanmaktır. Dostlarını bile incitmen mümkündür yazarken. Ama onların gönüllerini almak yazarlar için daha kolaydır; yazdıkları şiir, makale, deneme, hikâye veya romanlarının içine müspet bir şahıs olarak giriverdiklerini görünce her şeyi unutacaklardır.

İşin keyifli tarafı şudur: Yazdıkça diğer yazarlarla tanışacaksın. Yazarları ve yazar geçinenleri göreceksin. Sen hangisi olmak istiyorsun, ona karar vereceksin. Gerçek yazar mı, uyduruk yazar mı olacaksın yerini belirleyeceksin. Az şey midir bu? 

Genç adam, yaz! Yazmakla yazar olunamasa bile etrafında okuyan yazan adam olarak görülürsün. Herkes sana fikrini sorar. Danışılan adam olursun. Bu da bir şeydir. Yaz! Sana “deli” desinler. “Yazmakla bir şey olacak sanki!” desinler. Sen yazmaya devam et. Seni okuyacak bir kişi bile varsa ki en kötü ihtimalde bile vardır, sen iyi bir yazarsın. O bir kişi için yazmaya devam etmelisin. Şairini dediği gibi:

Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden 
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. 
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden 
İtler bile gülecek kimsesizliğimize 
                                                     (Atsız/Yolların Sonu)

Ben bütün bu sıkıntılara niye katlanayım? dediğini duyar gibiyim. Dostum, insanız biz. Atalar, “At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır.” demiş. Sadece bugün için duygu, düşünce ve bilgilerimizi paylaşmak, tanınmak, takdir edilmek istemiyoruz. Geleceğe bir şeyler bırakmak istiyoruz. Amel defterimiz açık kalsın istiyoruz. Yazdıklarımız suya yazılmıyor, kâğıda yazılıyor. Geleceği bırakacağımız en büyük miras, çocuklarımızdan sonra, eserlerimizdir. Bugün o bir tek okuyucuyu, eleştirmeni bulamamışsak, gelecekte bulma ümidimiz olmalı. Unutmadan, bir gün kitabını sahaflarda kelepir kitaplar arasında görürsen de üzülme. Kime imzaladığına bak sadece. Kimler için kitap imzalamaman gerektiğini öğrenmiş olursun.

İşte böyle dostum. Karamsar olma. Dolusun. Kendini az çok yetiştirmişsin. Bu bilgileri okuduklarınla, gözlemlerinle, dikkatinle her gün daha da geliştiriyorsun. Kendini koyuverme! Yazmaya devam et. Yazdıkça daha çok insan olduğunu, daha iyi insan olduğunu hissedeceksin. Kendini daha iyi tanıyacak, dünyayı daha fazla anlamlandıracaksın. Bir gün gelecek, bu emeklerin karşılıksız kalmayacak. Bir okuyucu gelecek, eserini alacak, bir satırının altını çizecek ve “Buldum, işte bu!”  diyecek, senden söz edecek veya etmese bile sen bunu hissedeceksin.

Yazarsan iyi olacak.

Sözüm size, bize, hepimize.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Ülkücü Aydın

11 Haziran 2012

Toplumun en geniş manasıyla ülkücülere ve ülkücü aydınlara her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Bu bakımdan Gazi Karabulut'unwww.haberiniz.com sitesinde yayınlanan Ülkücü aydın tiplemesi ile ilgili yazısını*, bir tartışmayı başlatması temennisiyle çok önemli buluyorum. Muhafazakar Sanat kavramı gibi doğuştan sakat bir kavram değil bu kavram. Ülkücüler ve ülkücülük var. Bir davranış şekli olduğu kadar bir iman üslubu olarak var. Dolayısıyla 'Ülkücü Aydın' da var ve bu kavramın açılımının üzerinde durulması gerekiyor. 

Ülkücülüğü öcü gibi gösterenler, yok sayanlar ne yazık ki başlangıçtan beri başarılı olmuştur. Malum, ya en iğrenç ithamlarla karalanıyor, ya yok sayılıyor, görmezden geliniyordu yahut da en nezih solcu tiplerinin arasında boy gösteren kaba rollere soyundurulmuş bir dizi kahramanı konumuna sokuluyordu ülkücülük. Bu geçmişte de böyleydi bugün de böyle. Ülkücü Aydın'ın durumu da böyledir. Yok sayılmıştır. Var sayılıp, fikirleri sağlıklı bir tenkide tabi tutulmamıştır. Bu da hem Ülkücü Aydın'ın, hem de ülkücülerin karanlıkta kendi kendilerine yol bulmasını mecbur kılmıştır. Ülkücü Aydın, hiçbir yabancı ideoloji ile bağlantısı olmadan bu ülkenin şartlarından doğmuş, bu milletin zenginlikleriyle kendini beslemiş, sadece kalemini bu milletin menfaatlerine adamış aydındır, yüzde yüz bağımsızdır ve özgün fikirlerin sahibidir. 

Ülkücü Aydın acaip bir nesnedir. Varlığı yokluğu tartışılır. Çünkü varlığı ve adı bizatihi ülkücüler tarafından bile bilinmez. Bir yerlerde duyulmuşluğu, görülmüşlüğü vardır, o kadar. Ülkücülerin yakından tanımadığı, eksikliğini de zaten pek hissetmediği bir konudur Ülkücü Aydın. Çünkü kavga gürültü arasında pek okumaya fırsat bulamasa da her ülkücü bir bayraktır, bir liderdir, bir ummandır. Ülkücüler ülkücü aydınları tanımaya fırsat da bulamamıştır. Dolayısıyla birtakım düşüncelerin mensuplarının, yazarların, çizerlerin, sanatçıların Ülkücü Aydın'ı ülkücülerden daha yakından tanımasına bilmesine imkan da yoktur. Belki bir ihtimal söz konusudur: Kazara ülkücü aydınların eserlerine ulaşmış bazı namuslu kalemler, milletimizin geldiği nokta için ülkücü aydınlarca önceden yapılan öngörülerin, teşhislerin varlığını ve doğruluğunu takdir etmişlerdir.

Gazi Karabulut  "Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven, imanımız ve ahlakımızı ortaya koyan,  taraftar veya muhalif algısına görüşlerini değersizleştirmeyen, fikirlerini beklentili siyasete kurban etmeyen aynı zamanda kendisini kişilere göre konumlandırmayan, ülkücü münevverlere ihtiyacımız olduğu aşikardır." derken bir Ülkücü Aydın tipi de çizmiş oluyor. Ona göre "...en büyük sıkıntı; yazan, çizen, düşünen arkadaşlarımızın kendilerini siyasi anlayışımızın beklentileri yada karşıtlığı şeklinde konumlandırmasında" yatıyor. "Bir fikir erbabımızın yazdığı yazı veya incelemesinin ardından “Acaba şu ne der, öbürü nasıl değerlendir?” gibi endişeler duyması, fikri gelişmişliğimize vurulabilecek en büyük darbedir diye düşünüyorum. " diyor. Karabulut'un bu tespitlerine katılmamak mümkün değil.

Ülkücü Aydın her şeyden evvel milletini, onun zenginliklerini, eksikliklerini, kusurlarını iyi tanıyan bir aydındır. Bu zenginlik ve kusurların kendinde de bulunduğunu bilir. Çünkü milletinin has evladıdır o. Dolayısıyla mütevazıdır. Ülkücü Aydın'ın ikinci hususiyeti başka milletleri, dünyada olup bitenleri, Türkiye'deki gelişmeleri, yazılanları çizilenleri iyi takip etmesidir. Bunu yaparken de yalancı gündemlerden kendini uzak tutar, milletinin gündemiyle meşgul olur, milletinin gündemini oluşturur.  Yaptıklarını yeterli görmez, yapabileceklerinin peşinde olur.  Ülkücü Aydın yanlış bulduğu her şeyi olumlu ve olumsuz taraflarıyla tenkit eder, kendisi de tenkide açıktır. Herkes hata yapabilir çünkü. Bu hataları yapanlar ülkücü hareketin geçmişte veya bugün mensubu da olmuş olabilir. Düzeltilmesi gereken eksiklilkleri de eğer kamuoyu önünde söylemesi gerekiyorsa mutlaka söyler. "Kim, ne der?" diye düşünmez; "Nasıl tedavi edebilirim, geliştirebilirim?" diye düşünür. Korkusuzdur, çünkü Ülkücülük ona göre her fanide bulunması gereken bir özelliktir, o da bütün ülkücüler gibi ülkücülüğün nimetine değil, külfetine taliptir. Hiçbir yazısında, çizisinde milletine hizmetten gayrı bir endişesi yoktur. Bir makam, mevki için kalemini oynatan şerefsizliğe tevessül etmez. 

Ülkücü Aydın, belki de bütün bu sebeplerle yalnız kalmış, yalnızlığa karşı meydan okuyan bir aydındır. Her dönemde, özellikle Türk Milleti gibi yönetilenlerince sahipsiz bırakılmış milletlerin ülkücüleri, ülkücü aydınları olmaya devam edecektir. Böyle olunca da ülkücü aydın da konuşulacak, üzerinde düşünülecektir vesselam. 

Sözüm size, bize, hepimize.


*http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi55632-Ulkucu_Aydin_Tiplemesi_Adina.html

18 Mayıs 2012 Cuma

Uykucular, Uydurukçular ve Can Bonomo

18 Mayıs 2012 

Can Bonomo’nun daha düne kadar kim olduğunu bilen yoktu. Ne zamanki TRT Can Bonomo’yu Erovizyon Şarkı Yarışmasına gönderme kararı aldı, adamcağızın yıldızı bir anda parladı. Milletimiz çok muzip; Önce şakayla karşıladı onu. Halkın %50’si “Can Bonomo kim ya la?” derken, %50’si “Süper oldu ya la!” diyormuş. (Bu işte bir terslik olduğu açık!) Can Bonomo’nun Erovizyon’a katılmasına ünlüler de değişik tepki göstermiş; En ilginç olanı da İkbal Gürpınar’dan; “allahuuu ekber vuhuuuuuuuuuuu.” Sonrası malum, Bonomo, TRT başta olmak üzere bütün televizyon kanallarında dolaştı veya dolaştırıldı ve birdenbire Türkiye’nin en gözde sanatçısı oldu. Ondan sonra bir sürü dedikodu, yakıştırma ve komplo teorileri ortalıkta gezmeye başladı.

Önce adamcağızın seçilmesini “Türkiye’nin Yahudi Açılımı” olarak yorumladılar. Can Bonomo Yahudi asıllı bir İzmir’li imiş, falan filan. Güya Bonomo’yu TRT, Dışişleri Bakanlığının teklifi üzerine seçmişmiş!. Bak bak bak. Dışişleri hemen bunun “gerçekleri yansıtmadığını” söyledi. Sanki Türkiye’nin Yahudi Açılımı yapmaya ihtiyacı varmış gibi. Sayın Başbakan’ın Perez’e nasıl sert çıktığı unutulmadı çok şükür... Sonra yarışmanın Azerbaycan’da yapılmasından dolayı, Azerbaycan’ı idare eden Aliyev ailesinin de güya aynı soydan olduğu ortaya atıldı. Türk Dünyası’nın en önemli merkezlerinden biri olan Bakü’ye Türkiye’nin bir Türk sanatçı götürmemesi boş yere eleştirildi, sanki müziğin milliyeti vardı da(!)

Can Bonomo'nun her şeyi didiklendi. Ailesi. İsminin anlamı vs. “Can” isminin İsraillilerin en yaygın isimlerinden Jean (jan veya can) isminden türediği ve Bonomo'nun ise İbranice “iyi adam” anlamına geldiği söylendi. Hâlbuki hepimiz Can isminin Türkçe olduğunu biliriz! Can Bonomo’nun Erovizyon’da söyleyeceği şarkının klibi masaya yatırıldı. Güya klipte İlluminati’nin şifreleri varmış![1] Klipte Bonomo İbranilerin taktığı bir şapkayı giyiyormuş, damalı zemin dekorasyonu ile eski mısır tanrısı Ra'nın göz işareti gösteriliyormuş. Hem bu şifreler sadaca Bonomo’da değil daha önce 2003’te Erovizyon Şarkı yarışmasında birincilik alan Sevtap Erener’in parçasının sonunda da varmış.[2]Bu İlluminati’nin TRT’yi ele geçirdiğini, TRT’nin İlluminati’nin oyuncağı olduğunu gösteriyormuş, falan filan[3]

Sadece Bonomo ve Sevtap Erener’e çamur(!) atılmakla kalınmadı tabii! Türkiye’deki birçok meşhur sanatçı ve grubun da İlluminati’ye hizmet ettiği unutulmadı bu arada. Kendisi Yahudi olanların yanında (meselâ, Hande Yener; ben de Yahudi’yim, esas adım Hande Singstein, demişmiş!)[4] İlluminati’ye hizmet eden meşhurların listesi ortaya dökülmüş. Tarkan’dan Orhan Gencebay’a kadar bir sürü isim var bu listede. Bu dedikodu furyasından nasibini alan Murat Boz’un da aynı sembollerle söylediği parçasında “Allah yok” dediği açıklandı[5] Yine Ozan Doğulu Ft. Atiye’nin şarkısında da bizim aklımızın almayacağı yöntemlerle[6] İllüminati’nin reklamı yapılıp, beyinler yıkanıyormuş.

Dedikodular yaygın! Özellikle müzik, sinema, televizyon yoluyla çocuklarımız ve gençlerimizin beyinlerine İlluminati’nin sembollerinin işlendiği, hatta çocuklarımızı bu şekilde şeytan’ın yönettiği bile iddia(!) edildi. Bizim en az ilgilendiğimiz ve zararsız olduğuna inandığımız çizgi filmlerde[7] bu konu açıkça işleniyormuş. Televizyon yoluyla sistemli bir şekilde bilinçaltı mesajlar veriliyormuş.[8] Falan, filan. İlluminati denilen örgütü idare eden Yahudi aileler, özellikle müzik piyasasına hâkimmişler ve Sony gibi şirketlerin sahibiymişler. 2003’te Sertap’ın parçasının Erovizyona katılacağı belli olur olmaz, bütün haklarını Sony satın almış...

Tabi bu arada dedikoducular tarafından üzerinde bu kadar konuşulan İlluminati’nin ne olduğu da araştırılmış.İlluminati, dinleri yok edip dünyayı tek elden yönetmeyi amaçlar’mış da, Masonluk gibi Yahudiliğe hizmet eder’miş gibi bir sürü dedikodu!.[9] Bu gibi dedikodular o kadar yaygın ki anlatamam.  Biri şunları yazmış:

 “İlluminati, Tapınak Şovalyeleri anlamına geliyormuş. Eski yüzyıllarda çeşitli kiliseleri korumak amacıyla örgütlenen bu örgütün sembolü o yıllarda kırmızı + haç işaretiydi. Günümüzde ise kullanılan sembolleri bir piramit ve üstündeki gizli bir göz. Tapınak Şövalyeleri aslında koyu Hıristiyan’dı. Ta ki Ortadoğu’da gizli bir kitabı ele geçirene dek. Gizli kitap esasında dünyanın en büyük büyü kitabıydı ve asıl sahibi olan kabalanın el yazmasıydı. Bunu ele geçiren Tapınak Şövalyeleri dinlerini değiştirip Kabala’ya tapmaya başladı. Özellikle Papa ve Fransız ordusu Tapınak Şovalyeleri ile savaşmış ve galip gelmişlerdir, Bir kaç geriye kalan Tapınak Şovalye’si mensubu ise koyu dindar olmayan bir ülkeye yani İskoçya’ya kaçmıştır ve orada tekrar örgütlenip bu günlere kadar gelmişlerdir. Şöyle bir bakacak olursak İlluminati Hıristiyan da değildir Musevi de değildir inançları Kabala denilen keçi başlı gövdesi bayan gövdesinin altı bay olan bir Mahlûkat’a taparlar. Ve bunlar genellikle eşcinsel olup özellikle Amerika da bu işin içindedir ve başroldedir, yalnızca İlluminati Amerika’nın bir oyunu değil, Amerika İlluminatinin oyunudur. Esas amaçlarına gelirsek dünyayı yönetmek ki zaten yaptıkları şey ve  kanımca Müslümanlığı yok etme çabasındalar, Türkiye’de de İlluminati örgütüne mensup bir çok kişi mevcut hatta bunlar çok da ünlü kişiler; örneğin, Tarkan ve Sertab Erener. Ne gibi işlerin döndüğünü içlerinde olmadığımızdan bilemiyoruz ama bir de şu var 1995 yılında piyasaya sürülen İlluminati oyunu önemli. Oyun oyun kartlarından ve piramitlerden oluşmakta ve bu kartlar yapılacak olan eylemleri simgeliyor. Örneğin 2012 yıllarında Sahte Mesih’in indirileceği ve Empire State binasının Uzaylı Saldırısı adı altında yok edileceği gerçeği…” (Bunların bir safsata olduğunu, kıyametin filan kopmadığını hepimiz gördük değil mi?) Hem günümüzde bazı Müslüman(?) kanaat önderleri bile Hz. İsa’da birleşelim derken, bu devirde kim üstü keçi başlı bir bayan, altı erkek olan bir Mahlûkat’a tapar ki?

Üşenmedim, bu İlluminati denen şeyin ne olduğuna dair Texe Marrs’a ait bir kitaba rastlayıncaya kadar dedikodu kazanında dolaştım. Kitap gerçekten ilginçti. Özetle;

İlluminati Nedir? Dünyayı kimler yönetir?

Dünyayı 10 kişi yönetiyor ve bu 10 kişinin 300 kadar alt kadrosu verilen emirleri uyguluyorlar.İlluminati adı verilen bu çetenin hedef başkenti Kudüs olan tek bir dünya devleti kurmak. Bugüne kadar çeşitli komplo teorileri içeren bir çok kitap yayınlandı. İlluminati, bu alanda yayınlanan hiçbir esere benzemiyor. Kitaptaki iddialar o kadar ilginç ki, neye inanıp, neye inanamayacağınızı şaşırıyorsunuz. İlluminati, 1575'te ispanya'da bulunan ve özellikle ruhani kudret sahibi olduklarını iddia eden bir dini parti veya bu partinin üyelerine verilen isim. Yazar Texe Marrs, “Süper zenginlerin yönettiği bir Dünya Komplosu”ndan bahsettiği kitabında, dünyaya hâkim olan bu güce bu adı uygun görmüş. Kitabın satırları arasına gömüldükçe ve sayfalar arasında ilerledikçe inanması güç iddialarla karşılaşıyorsunuz. 

Dünyayı 10 kişi yönetiyor 

Yazara göre, dünyayı kendilerine “bilge adamlar” adını veren, 10 kişi yönetiyor. İlluminati'nin güç şebekesi, dünyanın en güçlü kişilerinden, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasilerden oluşuyor. “İç çember” denilen en tepedeki 10 kişiye bağlı 300 kişi ise onların alt kadrosunda yer alıyor ve talimatlarını yerine getiriyorlar. 10 kişilik “bilge adamlar” grubunda Fransa'dan, üç, ABD'den iki, Kanada, Avusturya, İngiltere, İspanya ve Güney Afrika'dan birer üye bulunuyor. Yazar, burada Fransa'nın üç üyelikle ilk sırada yer almasının yanıltıcı olduğunu, Kanada'nın bir üyesinin de ABD'nin üçüncü adamını tamamladığını belirtiyor. 

Hedef tek dünya devleti kurmak 

İç çember” üyelerinin ortak özelliği Dış İlişkiler Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mahson Tarikatı, Kafatası ve Kemir Tarikatı, Aspen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federalleri üyesi olmaları. İlluminati Komplosu'nun hedefi, başkenti Kudüs olan bir dünya devleti kurmak. Kitabın, sonunda illuminati piramidinin üstünde bulunan “bilge adamlar”a hizmet eden isimlerden bir kısmı, unvanlarıyla birlikle verilmiş. Türkiye'den kimse var mı diye baktık ancak, ne hikmetse kimseyi bulamadık! İlginç değil mi? 

İlluminati nasıl çalışıyor? 
Yılda bir kez biraraya gelen İlluminati üyeleri, hedefledikleri dünya devletini kurmak için planlar yapıyorlar. Bu planların içinde çeşitli ülkelerde ekonomik krizler çıkararak, ülkeleri sömürmek, savaşlar çıkarmak, “Daha Fazla Savaş” ilkeleri gereği savaşların sürekliliğini sağlamak, çeşitli hastalıklar icat etmek,(kitapta, AIDS ve HIV'in ABD'deki askeri araştırma laboratuvarlarından dünyaya yayıldığı iddia ediliyor.) nüfus azaltıcı çalışmalar yapmak, etnik temizliği desteklemek ve 11 Eylül örneğinde olduğu gibi terör yaratarak, “anti-terör yasaları” çıkarmak. Yazarın iddiasına göre, 11 Eylül saldırısı için FBI bazı Arapları kullandı ve bombaları temin etti. İlluminatı'nın ilkelerinden en önemlisi “Kaostan kaynaklanan düzen”. İlluminati, kendi düzenini çıkarmak için sürekli kaos yaratmak zorunda.[10]

Uydurukçuluğun bu kadarı da fazla idi doğrusu. Başım ağrımıştı.

Can Bonomo’dan söz ediyordum. Evet küçücük bir şeyden insanlar neler çıkarıyorlar görüyorsunuz. Özellikle konuşulmasını istedikleri şeyleri konuşup duruyoruz. Yukarıda yazdıklarımın hepsi doğru olsa bile bunun konuşulması, insanımız üzerinde psikolojik bir baskı oluşturuyor, insanımızı korkutuyor, geleceğe karamsar bakmaya sevk ediyor, elini kolunu bağlıyor. İlluminati’nin de diğer gizli örgütlerin de özellikle istediği bu olsa gerek. Ben olsam elimdeki az bir gücü, kullanabileceğim en iyi sektörlerde kullanır, halkı gizli yöntemlerimle etkiler, korkutur, beynini yıkar, istediğim gibi davranmalarını sağlamaya çalışırdım.

Can Bonomo, bir İtalyan yayın organına demeç vermiş. (Bu arada Buonuomo İtalyancada da tıpkı Bonomo kelimesi gibi “iyi adam” anlamına geliyormuş.) “Eurovision'dan beklentin nedir?” sorusuna: “Ülkemi olabilecek en iyi şekilde temsil etmek, deneyim kazanmak, yeni birkaç arkadaş edinmek ve eğlenmek...”[11] Tabi eğlenecek, dalgasını geçecek. O bir Yahudi. Hakkıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bonomo’nun Bakü’de de Sefarad Yahudisi olduğunu söylemesine ve söyleşilerinde “Atalarım 540 yıldan beri Türkiye'deler, Türk sayılırım” demesine saygı duyuyorum. Bonomo hiç olmazsa Hıncal Uluç gibi kimliğini açıkça söyleme cesaretini göstermiştir. Ama Bonomo, değil 18 göbek 118 göbekte Türkiye’de yaşamış olsa Türk vatandaşıdır ama Türk değildir,Yahudi ırkındandır.[12] Bu tespiti şunun için yapıyorum. İnsanlar kimliğini açıklamakta ne kadar rahat davranırsa o kadar iyidir diye düşünüyorum. Ben onun klibinde kullandığı sembolleri de açıkça ortaya koyabilmesini isterdim. 

TRT İllüminatinin oyuncağı olmuş olabilir, adam müziğini yapıyor, çok da başarılı; hem ısrarla ben Türküm, diyor; siz hâlâ hangi kafadasınız? O kazanacak yarışmayı, diyorsunuz! Doğru. Bence de Can Bonomo kazanacak bu sene. Hatta kaybetse dahi kazandı bile! Bir hiçken zirveye çıkarıldı. Yahudi-Türk olmak böyle bir şey! Biz en iyisi dedikoduları bir yana bırakalım.

Bu yazıda dedikoducuları anladık da uykucular nerde diyebilirsiniz! Okuyucular, uykucuların kim olduğunu Hıncal Uluç’un aşağıdaki yazısını da okusunlar, ondan sonra düşünsünler; Uykucu kimdir? Uyuyan kimdir? diye... Uykucular, “Yahu biz niye bu Erovizyon yarışmasına giriyoruz? Neden Türkçe bir parça ve Türk Müziği ile katılmıyoruz? Neden yabancı müzik yarışmasına, artık uzun süredir bizim müziğimiz haline getirilmiş yabancı müziklerle katılıyoruz; bizim orada ne işimiz var? Neden biz bu herzeyi yedik kendi kendimize saklamıyoruz da bu herzeyi kardeş Türk Devletlerine de taşıyoruz, diye sormayanlardır. Hiç kem aletle kemâlat olur mu?[13]Bakın Hıncal ne diyor;

Can Bonomo'nun Yahudiliği!..

Türkiye'yi Eurovision'da Can Bonomo temsil edecek... Hala tartışıyoruz.. Bizde tartışmaların genel sebebi kıskançlıktır. Kıskananlar konuşur.,. Onların tahrik ettikleri de yazarlar... Bu ülke hala, hem de birinci olan Sertap Erener'i tartışıyor anlayın, kıskançlık nerelere varıyor…

Ben Can'ı tanımıyordum... Sonra öğrendim... İzmirli Sefarad Yahudilerindenmiş. Yani İspanyol engizisyonundan kaçıp gelen ve Osmanlı'ya sığınan ailelerden biri.. 500 yıldır İzmirliler...

Öğrenince mutlu oldum. İzmirli Yahudilere bir borcumuz var çünkü... Yıllar önce Eurovision seçmeleri, jüriler ve halk oyları ile yapılınca Maria Rita Epik diye İzmirli bir Yahudi kız kazanmıştı ve herkes biliyor... Yahudi diye yollanmamış, TRT aptal bir özürle “Bu yıl katılmıyoruz” kararına varmıştı. Ne oldu o kız, bilen var mı?.

Şimdi kıyamet kopan konulardan biri.. Genç bir gazeteci, ülkenin büyük kesiminin tanımadığı Can'a “Yahudi misiniz” diye sormuş.. Vay efendim, bu soru nasıl sorulurmuş.. Bu ayrımcılıkmış…

Asıl ayrımcılık, bu sorunun “Ayrımcılık” sayılması... Asıl ayrımcılık bu kafa... 
Bana bin kez soruldu “Çerkez misin” diye.. Hep gururla yanıt verdim... “Evet..” 

Sormasalar bile boyumu dahi açıkladım.. “Ubuhuz biz..”

Ayıp mı?. Utanç mı?. Saklanacak şey mi, Çerkez olmak?.

Yaşar Kemal'e “Kürt müsün” demek ayıp mı?. Ya da Arto Tunç'a “Ermenisin öyle mi” soru yöneltmek... 

Yapmayın... Etmeyin... Türkiye bir halklar mozayiği... Hepimiz bu vatanın çocuklarıyız… Etnik kimliğimiz ne olursa olsun.. Bunları konuşmak niye ayıp olsun, hem de 2012 yılında...

Kimimiz, etnik kimliğini söyler ardından Atatürk'ü iyi özümlemiş olarak “Türküm” der, mutluluk duyarak..Benim gibi.. Lefter gibi.. Can Bonomo gibi… Kimisi demez.i. Ben diyorum diye de onları zorlamam.. Ortada bir suç varsa, bize ait.. Onlara anlatamamışız. Onları inandıramamışız, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğun için, hiç kimseden farkın olmadığını vurgulayan Anayasa Maddesini izah edememişiz.. Kimsenin kanından dolayı ayrıcalıklı, kimsenin kanından dolayı ezik azınlık olamayacağını... Türk doğmakla, “Türküm” demenin farkını öğretememişiz…

Can da tıpkı benim gibi gururla “Yahudiyim ama, 500 yıldır Türküm” diyor.. 
İyi ki sormuşlar delikanlıya... İyi ki, bu yanıtı almışlar.

Yolun açık olsun Can… Bu ülkeyi en iyi şekilde temsil edeceğine inanıyor, seninle gurur duyuyorum…

Seni seçenleri de yürekten kutlayarak!...[14]

Ne diyordum. Başım ağrıdı bunca ıvır zıvır sözden sonra. Uykum geldi... Uyuyacağım. Size de tavsiye ederim. Uyumak güzeldir. “Kirlenmek güzeldir” diye ensenizde sabah akşam boza pişirenleri, beyninizi yıkayanları hatırlamayın sakın! Ben sizin beyninizi yıkamak istemiyorum. 

Dedikodulara aldırmayın. Kimse size bir şey yapamaz. Uyumaya devam. Türkiye bir mozayik, TRT İlluminatinin oyuncağı olmuş, Türklük alıp başını gitmiş, çocuklarımız elden gidiyormuş, bize ne? Değil mi?

Sözüm size, bize, hepimize...





[1]http://www.youtube.com/watch?v=fm6JmfTH2FY

[2]http://www.youtube.com/watch?v=rY842OkBtUw

[3]http://www.youtube.com/watch?v=wJ6SpbAG9qI

[4]http://www.itusozluk.com/goster.php/can+bonomunun+eurovision+a+kat%FDlmas%FDna+ne+dediler

[5]http://www.youtube.com/watch?v=rjLIsv1dRZ4&feature=fvwrel

[6]http://www.youtube.com/watch?v=3GgiTJT4dhU&feature=related

[7]http://www.youtube.com/watch?v=96MKmLDBdL8&feature=related

[8]http://www.youtube.com/watch?v=W-wHFpv-HeQ&feature=related

[9]http://www.mahlukat.net/illuminati-gercegi.html

[10]http://www.rehberim.net/forum/yazi-amp-yorum-215/6317-illuminati-nedir-dunyayi-kimler-yonetir.html#ixzz1vCnbIFO0

[11]http://www.haberform.com/haber/can-bonomo-yahudiyim-can-bonomo-nereli-can-bonomo-yahudi-mi-can-bonomo--95061.htm

[12]http://www.youtube.com/watch?v=fm6JmfTH2FY

[13] Kötü bir aletle güzel bir iş olmaz.

[14]http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2012/01/22/can-bonomonun-yahudiligi