27 Aralık 2014 Cumartesi

Soysuz Âdeti Yeniyıl

 27 Aralık 2014                

Bugün Yeni yıl âdetinden bahsedeceğim. “Âdet” diyorum, çünkü onu başka bir şekilde sınıflamak mümkün değil. Gelenek değildir; atalarımızdan gelmemektedir. Görgü de değildir; yılbaşı kutlaması yapmadığımda kimse beni ayıplamıyorsa görgü olamaz, çünkü atalarımızdan böyle bir şey görmedik. Gelenekleri asıl şekillendiren ve Töre denilen Türk Anayasası ise hiç değildir. Uygulaması gittikçe yaygınlaştığı için alışkanlık haline gelmiş davranışlara adet deniliyor. Ülkemizde iki buçuk ay boyunca yılbaşından söz ediliyorsa bu, artık bu davranışların adet haline geldiğini gösterir. Geleneğe, atalara dayanmayan adetler, sonradan bünyemize yapışan adetlerdir; atalardan gelen geleneğe uygun ise adet olmaktan çıkar, geleneğe dönüşür. Gelenek, adı üstünde geçmişten geleceğe doğru devam eden, alışkanlık yapmış davranışlardır. Bu ise olsa olsa adet adını verdiğimiz, daha yakın zamanda ve daha sınırlı bir çevrede oluşmuş davranışlardır.
Gelenekle, bünyemizle, asaletimizle hiç ilgisi olmayan yılbaşı âdetini, izninizle ben soysuz bir âdet olarak sınıflandırmak ve gittikçe soysuzlaşan bu âdet üzerinde biraz durmak istiyorum. Çünkü Yılbaşı âdeti hayatımızın her yönünü kuşatmaya başlamış durumdadır ve bu âdetin çevresinde şekillenen uygulamalar, milletimizi ayakta tutan aile ve gençliğimizi tehdit etmektedir. Türk radyo ve televizyonlarını, alışveriş merkezlerini, sokaklarını bugünlerde dolaşanlar, bizi bir Hıristiyan ülkesi zannedebilirler.

Yılbaşını ve nereden kaynaklandığını biliyorsunuz: Bu bir Batı Hıristiyan Dünyası âdetidir. Çizgi filmlerde, filmlerde, dizilerde gördüğümüz gibi Noel'de evler süslenir, çünkü çatıya Noel baba gelsin diye (Noel baba Hristiyanlara göre Hz.İsa) düşünülür. Noel'in İngilizcesi Christmas'dır. Jesus christ derler, yüce İsa demektir. Christ yüce demek... Noel'de Hristiyanlara göre kar yağması çok önemlidir. Çünkü kar yağarsa Hz. İsa'nın ayak izleri görüneceği düşünülür. O yüzden Noel'de kimse dışarı çıkmaz. Noel babaya yazılan mektup aslında İsa'ya yazılır. Kurabiye ve süt onun için konur (genellikle çocuklar koyar, güzel hediye bıraksın diye.)

Hıristiyanlarımız bu soysuz âdetin Türkiye’de yayılmasını desteklediler. Kendilerini biraz olsun içinde buldukları bir âdeti uygulamalarından daha doğal ne olabilirdi? Onların komşuları Müslüman Türkler desteklediler; çünkü dünyanın en hoşgörülü milletiydiler. Velhasıl, küçücük bir menfaat ve zevk için; komşularına saygı duya duya komşularının âdetini soysuzlaştırarak kendilerine mal ettiler.

Önceleri Hristiyan evlerinde başlayan, Avrupa görmüş ecnebi hayranlarının katılımıyla yayılan evlerdeki yılbaşı partileri, anaokulundan başlayarak üniversitelere ve en sonunda işyerlerine kadar kendine yer buldu. Öğretmen ve öğrenci dersten, amir memur işten sıyırmaya, içmeye… vesile arıyordu, buldular.
Bu soysuz adet yayıldıkça yayıldı ve artık meydanlarda içip… , kadınları taciz etmek bir moda oldu. Bunun bir yandan Hıristiyan kültürünü geliştirir, yaygınlaştırırken bir yandan da aptal Türkleri(!)aşağılamak amacıyla ortaya konduğunu kimse görmedi.

Bu iki ay boyunca yediği herzelerin gündeme gelmemesi işine geldiği için iktidarlar ve siyasiler de bu soysuz âdete çanak tutuyorlar. Noel Baba’nın Demreli oluşunu turizm vesilesi kılmak bu üstün zekâlıların sonuçsuz kalan işlerindendir.

Solcular, laikler, devrimciler, komünistler sağcılar, milliyetçiler bu işe karşı çıkıyor diye bu soysuz âdeti desteklediler, en büyük uygulayıcıları onlar oldu.

Yılbaşı gecesi, başka zamanlarda insanlara verilmeyen hizmetler verilerek bu soysuz âdeti yerine getirenler ödüllendirildi.

Önceleri sadece yılbaşlarında ortaya çıkan, kartpostallardan tanıdığımız Noel Baba ve Ren geyikleri hayatımızın tam ortasına girdi.

Biraz daha, biraz daha; daha çok kazanayım diyen işadamı, tüccar, bakkal… iş yerinde bu soysuz adetin malzemelerini satarak yaygınlaşmasına sebep oldu.

Bu adet önce bomboş bıraktığımız bir alandan, çocuk edebiyatı üzerinden bağrımıza girdi. Yabancı masal kitaplarındaki bu ilginç hayvanlar –geyikler- ve kızakları ilgimizi çekmişti. Beynimize attıkları bu çentik ileriki yıllarda çok işlerine yarayacaktı.

Anne babalar, anaokulundaki çocuğunu yılbaşı partisine gönderirken onun eğlenmesini, güzel vakit geçirmesine seviniyordu. Göz yumdular çocuklarımızın bu soysuzluğu yaşamalarına.

Din adamı Hz. İsa da bizim peygamberimiz doğumunu kutlasak ne olur dedi. “Ulan bu rakıcılar bir gün de içiversinler” dedi, sesini çıkarmadı.

Türkçüler, bu gâvurlarda geyik ne gezsin, o Ren değil Sibirya geyiğidir, çam dikmeyi bunlar bilmez Çam Bayramı eski Türk bayramıdır dedi, konuyu sulandırdı. Hâlbuki geyiklerin çobanları Türk olmaktan çıkmış, Hıristiyan çobanları haline gelmiş, gelenek Batının bir geleneği olmuştu.

Etnik Özürlü sanatçılar bu yılışık eğlence usulüne teşne idi. Ses çıkarmamak ne kemlime bu soysuz âdete koşarak gittiler. Yılbaşına nasıl girersen yılın öyle geçer diye ahlaksız bir şehir efsanesini uydurdular ve çiklet gibi çiğnediler. Bundan büyük batıl inanç olamazdı. Özellikle nefret edilesi bu yılışıklıktan sanat icra etmekten uzak sanatçı müsveddeleri sorumludur.

Bu soysuz âdetin ilk filizlenmesini, daha televizyon yokken, TRT, Türkiye radyoları vasıtasıyla Yılbaşı gecesi yayınladığı piyango çekilişleriyle, sağlamıştır. Sanatçılar memnun, radyolar memnun, vatandaş memnun, devlet memnun (paranın çoğu onun cebine giriyordu)… Herkes yol verdi yılbaşı eğlencelerine. Derken efendim bazı çatlak sesler duyulmaya başlandı; Neymiş piyango kumarmış da, kumarın millisi olmazmış da, yılbaşında hindi yenmesi Batılıların sembolik olarak Türkleri yemesiymiş, onun için Türkiye’nin adı Turkey (hindi) imiş de, mişmiş de mişmiş. Kimse aldırış etmedi bunlara tabi.  Geri kafalılar sizi!

Tek kanallı televizyon yıllarında TRT, bir alışkanlık uydurdu, sonra da özel televizyonlar onun bıraktığı yerden bayrağı devraldı: Televizyonlarda mutlaka her Noel’de (25 Aralık Hz. İsa’nın doğum günü) Hıristiyan kültürünü yansıtan Noel Babalı, kiliseli, ayinli filmler gösterildi, gösteriliyor. (İsterse en baba Müslüman iktidar başta olsun, fark etmez; mutlaka bu Noel Babalı filmler 25 Aralık’ta yayınlanır.) Bu çaba âdetin yaygınlaşmasına yetmedi, haber bültenlerinde Noel ayin haberleri, o da yetmeyince ayinleri canlı olarak yayınlamaya başladılar. 25 Aralık’ta Hıristiyan vatandaşlarımıza şirinlik olarak yayınlanan Noel Babalı filmler o hafta az buçuk eleştirilir, üzerinde konuşulur, unutulur giderdi. Şimdi öyle mi? Başta televizyonlar olmak üzere Hıristiyanlar ve onların izinde gidenler kutlamaları adet haline getirdiler. Soysuz bir adet! Artık sadece Hıristiyanların oturduğu semtlerimizde değil Müslüman mahallelerinde, geyikler dolaşıyor! Televizyonlar sadece 25 Aralıkta değil, en az iki buçuk ay yılbaşı, Noel Baba, yılbaşı eğlenceleri, yılbaşı hediyeleri, yılbaşı… sohbetleri yapıyor. Yılbaşından bir buçuk ay önce (ben özellikle ilk yılbaşı reklamı ne zaman yayınlanacak diye baktım) sahibi Hristiyan şirketlerin TV reklamlarıyla başlayan bu süreç, gazete, dergi, afiş, dükkân vitrinleri ile gittikçe geliştiriliyor ve yılbaşından bir ay sonra itin birinin o gece nasıl kaşındığına dair program ve haberler seyredebiliyorsunuz. Milli Piyango, Yılbaşı kıyafetleri, yılbaşı hediyeleri, Noel Baba haberleri, yılbaşı kutlama mekânları, yılbaşı tedbirleri,  yılbaşı partileri…
Gündemde tutulması ecnebi kökenli etnik özürlü basının ve reklamcıların gayreti ile oluyor. Yılbaşından bir ay sonra bile sosyete denilen ama sosyete ile ilgisi olmayan soysuz bir güruhun nasıl eğlendiğini seyretmeye devam ettiriliyoruz maalesef. O kadar çok konuşuluyor, reklamı yapılıyor ki, bu uygulamaların soysuz bir adet haline geldiği görülüyor. Dün akşam bir soysuz TV kanalında Noel Baba’nın evinden çıkışının haberi vardı ve mutlaka bütün çocuklara geleceği söyleniyordu.  Radyo ve televizyonlardaki bir avuç etnik özürlü hovarda meşreplerine uygun yılbaşı programlarını yaygınlaştırdılar.

Adet o kadar soysuz ki Hıristiyan evlerinin odalarını süsleyen çamların, mumların taklidini geçtik, evlerin damlarına konulan heykelleri taklit etmeye başladık. Hıristiyan vatandaşlarımız eliyle yüreğimize, hayatımıza atılan bir tırnak. Kazıyorlar, kaşıyorlar, kanatıyorlar. Şu anda da bu konuda pençelerini iyice geçirmiş durumdalar.

Bir zamanlar televizyonlara boy boy yılbaşı reklamları veren şirketler, yabancı çokuluslu şirketlerin Türkiye acentalarıydı. Bugün Türkiye’nin neredeyse bütün önemli şirketleri, bankaları bizzat Hıristiyanlar ve ecnebilerce satın alındıkları için, Noel Baba’ya “Ho Ho” diye Türk çocuklarını güttüren reklamlar yayınlıyorlar. Ne diyelim parayı veren düdüğü çalar!

Kısaca AVM denilen alışveriş merkezleri, müşterilerini alışveriş yapmaya ve ev, araba, hem ev hem araba çekilişlerine katılmaya çağırıyor. Şehrin her yerinde devasa afişleri yapıştırılmış. Vahşi kapitalizm daha çok kazansın diye çabalıyor. Kola şirketleri, telefon şirketleri, yabancıların büyük ortak olduğu bankalar, oyun; tombala satan şirketler, Milli Piyango… kazanıyor. Her yere asılan ve elden dağıtılan küçücük afişlerle de sınırsız içkili yılbaşı parti reklamları yer alıyor.

Bu yılbaşı adetinden, kutlamalarından vatandaş ne kazanıyor? Hediyeye, altına, zümrüte, kıyafete, eğlenceye, içkiye, iç çamaşırına… bol bol, bütün birikimini harcıyor. İşin millî tarafı ise kuruyemişçilerin ve kılık kıyafet satanların kazanması. Tabi eskiden dünyada konfeksiyon alanında parmakla gösteriliyorduk, daha iyi idik, şimdi yabancı şirketlere fason mal üreten küçük işletmelere dönüştük. Bu da bir şeydir, evet.
Peki, vatandaş eğleniyor mu? Hayır. Eğlendiğini zannediyor. Adam gibi içkisini içebiliyor, yemeğini yiyebiliyor mu? Hayır. Bol bol sahte içki üretiliyor. Bol bol sahte et (domuz eti) piyasaya sürülüyor.
Yakalananlar yakalanmayanların kaçta kaçı siz tahmin edin. Şişede durduğu gibi durmuyor meret. Meydanlarda içenlerin halini görüyoruz, içler acısı; birileri kendilerini taciz etmezse ne âlâ. Evlerde aile dostlarıyla içenler ne yapıyor? Saçmalıyorlar, aile faciaları oluyor.

Ekonomik bir değer taşımadıkça bu soysuzluğa karşı çıkılamaz, çığ gibi büyümesine engel olunamaz, ezer geçer, deniliyor. Sosyal basında bir forum sitesinde ismi Türk olan biri, bu soysuz geleneğe karşı çıkanlara şöyle demiş: “Kutlamak istemeyen arkadaşlar İran veya o çok sevdikleri(!) Ortadoğu ülkelerine iltica edebilirler tutan yok!”[1] Artık bu işin savunmasını da (ki ajanların çok önem verdikleri kamuoyu yönlendirme işidir)  Türk ve Müslümanlara yaptırıyorlar. Devasa kutlamaları ne yazık ki Müslüman! belediyeler düzenliyor.

Vatandaş bu yılbaşı kutlaması soysuzluğundan kurtarılmalıdır. Hıristiyan vatandaşlarımız da alınmasın. Asıl Noel günü bozulmuştur. Bu gidiş sizin de hayrınıza değildir. Sağlıksızdır, bin türlü hastalık bırakmaktadır ardında. Ne laiklikle, ne solculuk sağcılıkla ilgili değil bu dediklerim. Herkesin dilediği gibi yaşamasına saygım var ama bu toplum hasta ediliyor, gelenekleri unutturulup soysuz adetlerle donatılıyor, biz de buna vesile oluyoruz, seyirci kalıyoruz. Meydanların ışıklandırılması için harcanan milyonlar, başka hastalıklarımızın, dertlerimizin tedavisi, en önemlisi istihdam için kullanılmalıdır. Türkiye çapında ne kadar harcama yapıldığını düşününüz lütfen. İçki içenleri, eğlence arayan gençleri, bir ihtiyaçsa eğer, başka etkinliklerde bir araya getirmemiz, mal satma ihtiyacındaki hırslı tüccarı başka mecralarla malını pazarlamaya davet etmeliyiz. Milletimizin iğfaline sebep olmaması için başka yollar bulmalıyız.

Tarihi süreçle ilgili olmayan, millet hayatındaki zaman ve mekân boyutunun derinlik ve genişliğinde pek izi olmayan, aksine başka medeniyet dairelerinin, milletlerin hayatının bir parçası olan uygulamaların kısmen veya aynen alınıp uygulanmasını soysuz adet olarak nitelendirdik. Aynen aldıkların zaten senin değil, onundur. Kısmen aldığın ise senin ruhuna ne kadar hitap edebiliyorsa ona bakmak lazım. Eğer senin diğer geleneklerinle uyuşuyorsa bir süre sonra gelenek haline dönüşecektir. Ben bu noktada, bünyemize uymadığı halde gittikçe yayılıyor olmasını milletimizin bünyesinin en hafif bir ifadeyle değiştirilmekte olduğunu söylemek isterim. Hayatımızın her yönünü kuşatmaya başladığını söyledik. Bu durumda biz, soysuz bir âdeti uygulamakla kalmayıp, bu soysuz âdetin sahibi medeniyetin, milletin, ülkenin adetlerini, geleneklerini, kültürünü kendimize ait bir kültür olarak görmeye başlamışsak, o zaman kendi geleneklerimizi, kimliğimizi kaybetmişiz demektir.

Her geçen yıl, daha da ilerleyen bir çöle benzemektedir yılbaşı. Hayatımız bu soysuz âdetin tehdidi altındadır. 1984 yılında Ankara, Kızılay’da bir tek Noel Baba şapkalı piyango biletçisi vardı. Tek tük, o da ecnebi evlerinde çamlar görülürdü. Bugün evlerinin çatısına (adı her ne ise) şişman heykeller dikiliyor.
(İlki geçen yıl Nışantaşı Sosyete Pazarı çatısında görüldü.) Batılılar kiliseden uzaklaşır, Türklerin de tesiriyle hızla Müslümanlığa kayarken, içimizdeki ajanlar, ecnebi maşaları; bizim televizyonlarımız, bizim cehaletimizi, aymazlığımızı kullanarak ve yılbaşını, Noel’i vs. bahane ederek bizi hızla kiliselere sokmaya çalışıyorlar. Maksat bizi Hıristiyan etmek olsa canım yanmaz, kendi temellerinden ayırıp daha çok sömürebilecekleri cahil bir toplum yaratmak.

Büyük kitapçılara gittiğinizde çocuklar için basılan kitapları lütfen bir karıştırınız. Yüzde bir oranında (kitap sayısı, baskı adedi, muhtevası, kalitesi gibi unsurları dikkate alarak) Türk / İslâm kültürüne yer verilmediğini gözlerinizle göreceksiniz.

Kendi yılbaşını kutlamayı unutmuş (21 Mart Nevruz günü) başkalarının bayramını kendi bayramı zanneden bir millet değil, bir topluluk var karşımızda. Kendi bayramına boş ver deyip başkasının kuyruğuna yapışmış bir topluluk…

Peki, çözüm ne? Ne yapalım? Türk milleti, geleneği sahipsiz diye, sömürgeciler bütün imkânlarını kullanarak var güçleriyle saldırırken meydanı boş mu bırakalım? Öncelikle üç kuruşluk menfaatler için, bir rakı masasının keyfi için… milletimizi satmayalım.

Sonra, biz Türkler birleşip, kendi Töremizi yaşamaz, yaşatmaz, bu yolda çalışanlara maddi manevi destek vermezsek Töre zayıflar, gelenek kaybolur, soysuz adetler peyda olur ve bu soysuz adetler gün geçtikçe hayatımızı kuşatır. Kaybolduğumuzun farkına bile varamayız. Allah korusun.

Töremizi, geleneklerimizi yaşatalım, sahiplenelim ki soysuz adetler etrafımızı kuşatmasın. Hayatımızın her anını kuşatacak şekilde Töre ve Töre’den kaynaklanan gelenek, adet, görgü ve alışkanlıklarımızı, ahlakımızı ortaya çıkarmak ve hayatımızı buna göre tanzim etmek zorundayız. Evvela da henüz yazılmamış Türk Töresi’ni, Türk Görgüsü’nü, parça parça yazılmış Türk Gelenekleri ve Adetleri’ni yazmamız ve çocuklarımıza öğretmemiz lazım.  Töre’nin gücünü ve Türkler için önemini bilenler ona çamur atmak için Türk Sineması’nı ve onun ecnebi senarist ve yönetmenlerini kullandılar. Yıllarca “Batasıca, Kahrolasıca Töreler” diye Töre’mize, yazılmamış gizli anayasamıza küfrettiler. Son zamanlarda da “Töre cinayetleri” diye bir kavram uydurdular, Töre’yi iyice çamura bulaştırdılar. Tıpkı Ergenekon adının bir adi suç örgütüne verilmesinde olduğu gibi. Bilmedikleri bir şey var: Töre kendisini diriltebilecek, bunun için canını verecek evlatlarını da ortaya çıkarabilecek güçte bur kurumdur. Kendi külünden doğan Anka gibidir Töre.

Sadece kendimize, kendi imkânlarımıza bakalım ve ona güvenelim. Yabancılar, yerli olup da etnik özürlü olanlar bizim gibi düşünmezler; onlar için önemli olan kendi azınlıklarının menfaatleridir. Bu da doğaldır. Biz kendi yağımızla kavrulmasını öğrenmeliyiz. Kimse bizim iyiliğimiz için kılını kıpırdatmayacaktır. Ne yabancılara, ne iktidarlara, ne siyasilere kendimize güvenelim ve imkânlarımızı birleştirelim.

Bin yıl önce Çin’in ipeğine, kadınına kapılmak senin yok oluşun idi ise, ecnebinin soysuz âdetine kapılmak da senin yok oluşundur. Kapılma!

Sözüm size, bize, hepimize…




[1] http://www.frmtr.com/garip-olaylar/5744208-noelin-turkiyede-fazla-bilinmeyen-amaci-3.html

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Mimari Soykırım

         20 Ağustos 2014              


Van Gevaş’ta, 1335 yılında yapılmış Halime Hatun Kümbetinin yakınındaki ağaçlar kesilerek beş katlı bir yurt binası yapılmıştı.[1] Halime Hatun Kümbeti yanına onun görüntüsünü bozacak, mimarlıkla, şehir mimarisi ve plancılığıyla hiç alakası olmayan bir yurt binası yapılması gecikmeli de olsa sanal âlemde ve ulusal basında eleştiri konusu oldu. Selçuklu Mezarlığı olarak bilinen mevkinin yalnız türbe kısmı kalmış, hemen ardında çirkin bir bina görüntüsü yer almıştı. Konu gündeme gelirken cinayeti işleyenin sadece Gevaş’ta değil gittiği Konya’da da bin yıllık bir çeşmeyi yok ettirdiğini yazılmıştı. Bu konudaki yazıları, haberleri, fotoğrafları ürpererek okudum. TOKİ binayı ben yapmadım dedi.[2]

Gerçekten çok büyük bir mesele ile karşı karşıyayız. Eleştirenlerin bazıları bunu bir öküzün bile yapmayacağını söylüyordu ki ben de aynı görüşteyim. Eleştirilere karşı çıkanlardan bazıları ise ‘bina ile türbe arasında yüz metre var; sanki arada bir mesafe yokmuş gibi duran resimleri öne çıkarıyorsunuz, yapılan iş doğru değil tarih bilincinden yoksunluk, cehalet, düşüncesizlik ama yine de eleştirilerinizi mertçe yapın’ demişler. Eleştiriler mertçe yapılmalı sözüne katılıyorum. Yine de derken tartıştığımız konunun gündeme getirilmesi sırasında namertlik yapıldığını söyleyenlere katılmıyorum. Çünkü bir tarihi bina, bir şaheser, bir şehrin neresinden bakılırsa bakılsın görülebilmeli. Şehir plancılığı ve mimarisi bunun için vardır. İsterse aradaki mesafe on kilometre olsun, eğer tarihi eserin görüntüsünü (silüetini) bozuyorsa şehir belediyeleri o esere izin veremez, vermemelidir; Kültür bakanlığı bu duruma göz yumamaz, yummamalıdır.

Tarih boyunca Türk İslâm beldelerini alan Hıristiyanlar ilk iş olarak cami merkezli Türk Şehir Mimarisini yok edip o caminin yanına daha görkemli kiliseler yapmışlardır. Yol vesaire bahane edilerek yıkabildikleri kadarını yıkmışlardır. Son dönemlerde Balkanlarda ve Türk İslam coğrafyasında tarihi türk eserleri ve camilerinin etrafı istimlâk edilerek satın alınmakta, daha sonra da oralara farklı yüksek binalar yapılıyormuş gibi kiliseler yapılmaktadır. Bu kiliseler hiç şüphe yok, oradaki eski camiden daha yüksek ve ihtişamlı inşa edilmekte, şehrin bütün Türk Şehri özelliği yok edilmekte, o şehirlerin yöneticileri de buna sessiz kalmaktadır. Bu bir cinayettir ve rahatlıkla bunun adını mimari soykırım olarak koyabiliriz. Balkanlarda mimari soykırıma adım başı rastlayabilirsiniz.

Buna benzer bir mimari soykırım da Kâbe’de yapılmaktadır. İngiliz kafalı ve güdümlü Suudlar, Kâbe’nin yanına Kâbe’yi nokta kadar gösterecek büyük oteller ve Londra’daki meşhur Big Ban’e tıpatıp benzeyen, lakin ondan çok daha büyük, devasa bir saat kulesi yaptılar. Kâbe’nin içini demir yığınına döndürdüler. Merak edenler bu rezaleti Kabe TV kanalını açıp canlı olarak görebilir yahut internetten araştırabilir. Cehaletten kaynaklanan bu gibi işleri saymakla bitiremeyiz ama dünyanın gözbebeği olan Kâbe’de ve yine dünyanın gözbebeği olan İstanbul’da benzer bir soykırım’ın yapılmasını asla kabullenemeyiz. Fikrimce Kâbe’ye tepeden bakanların bu meskenlerini başlarına geçirmek gerekir.

İstanbul’da da benzer bir mimari soykırım vardır. Bu soykırım güzelim Sultanahmet ve Ayasofya görüntüsünü bozacak binaların yapımına izin verilmesidir. Bunu yapanlar Türk Şehir plancılarının, mimarlarının en iyilerinin bünyesinde bulunduğu, bulunması gerektiği İstanbul Belediyesi’dir. Bu belediye bu cinayete nasıl izin vermiştir akla ziyandır. Şimdi o binaların ne durumda olduğunu bilmiyorum ama görüntüyü bozacak kadar yükseldiğini gözlerimle gördüğüm için bunları yazıyorum. Keza Marmaray köprüsü için aklı başında ne kadar uzman varsa belediyeyi ve Erdoğan hükümetini uyarmış, hatta Unesko bile bunun doğru olmadığı, başka bir yere yapılması gerektiğini, Sultanahmet görüntüsünü bozduğunu söylese de dinletememiştir. Mahkemeler filan Erdoğan’a vız gelmiştir. Üstelik Başbakan bütün engellemelere rağmen size bu modern hizmeti getirdik diye açılış yapmıştır. Bu gibi cinayetleri saymakla bitiremeyiz. Ama asıl felaket zihniyetimizdedir. Erdoğan’ın 30 Mart Bursa Mitingi’ni hatırlıyorum. Arkasında şehrin göbeğine Ulucami’nin ve tarihi Bursa’nın görüntüsünü mahvetmiş bir şekilde inşa edilen dev TOKİ blokları önünde,[3] Bursalılara Tarihi Bursa’yı nasıl imar ettiklerini, tarihi eserlere nasıl baktıklarını, gerine gerine anlatmıştır. Bu ne acaip bir tezattır ya Rabbim. İnsanın oturup ağlaması gereken bir tezat.

Mimari soykırım bu şekilde Türk Şehrine, Türk Camisine, Türk Kümbetine uygulanırken, Türkiye’deki bir azınlık eseri neredeyse ortaya çıkarılıp etrafı bu gibi görüntü kirliliğinden kurtarılmaktadır. Avrupalılar, Avrupa’nın herhangi bir şehrindeki, bırakın 500-1000 yıllık bir eseri, yüz yıllık bir esere bile bir çivi çakılırken ne gibi tedbirler alıyorlar, gidin bir bakın. Gidin Akdamar’a Kilisenin 200 metre uzağına bir otel inşa etmeye çalışın bakalım. Dünya nasıl ayağa kalkıyor. Bizde ise bazı muhteremler hangi parti, hangi zihniyet yaparsa yapsın, lanetlenmesi gereken bu gibi işleri eleştirmek yerine eleştirenleri sindirmeye çalışıyorlar.

Bu işe izin veren yöneticiler derhal istifa etmelidir. Bu soykırımın sorumluları adalet önünde, şehir plancıları, mimarlar nezaretinde hesap vermelidir. Bu mimari soykırım, bütün cepheleriyle araştırılmalı, sonuçlar mimarlık fakültelerinde bir şehir plancılığı ve mimarisi nasıl olmamalıdır dersinde örnek olarak gösterilmelidir. Türk İslâm eserlerine böyle hoyratça davranılmasının önüne geçilebilmesi için bütün kurumlarımızın, bütün vatandaşlarımızın hassasiyetine her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunduğu çok açıktır.

Sözüm size, bize, hepimize...


[1]http://www.haberlersondakika.gen.tr/106231-halime-hatun-kumbeti-nin-siluetini-bozdular

[2]http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27028611.asp


[3]https://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http%3A%2F%2Fimg03.imgfotokritik.com%2Ffk_new%2Flowres%2F4%2F9%2F5%2F495945%2F2778954-bursanin-uzerindeki-kara-bulut-toki-konutlari.jpg&imgrefurl=http%3A%2F%2Fwww.fotokritik.com%2Farama%2Ftoki&docid=RYM2h2MFDQ4cDM&tbnid=3pyAVdZA2kFTyM%3A&w=280&h=280&ei=A2PzU9LvPIWl0QWjw4C4AQ&ved=0CAIQxiAwAA&iact=c

14 Ağustos 2014 Perşembe

9.8 10.2’den İyidir

       14 Ağustos 2014               

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yapılan değerlendirmeleri ve yorumları gazetelerden, televizyonlardan takip ediyoruz. Neredeyse bütün yorumcular, dalga geçerek, CHP ve MHP’nin başarısızlığını, sorumluların ne zaman istifa edeceğinin gargarasını yapıyor ve büyük bir ciddiyetle de HDP’nin ve Selahattin Demirtaş’ın seçim başarısını konuşuyorlar. Her gazete, her televizyon bu konuyu konuşunca ve aynı şeyleri söyleyince insanlar da ister istemez etkileniyor. Doğru söylediklerini, haklı olduklarını filan zannediyorlar. Meğer Selahattin Demirtaş ne kadar güzel bir insanmış. Seçim kampanyasında ne kadar yumuşak mesajlar vermiş. Oylarını ne kadar arttırmış. Batı Anadolu’dan, Karadeniz’den bile oylar almış. Doğu Anadolu’da muhafazakâr Kürtlerin AKP giden oylarını almış. Yerel seçimlerdeki oy oranını yüzde on arttırmış. Ezilen yığınlar söylemine devam ederse CHP’nin oylarını almaya devam edermiş. Kılıçdaroğlu’nun tahtına bile aday olurmuş...  Bu yorumlar sadece eski solcu, yeni liboş yorumculardan gelmiyor, AKP’nin televizyona çıkan mensupları ve yandaş medya yorumcuları da aynı teraneleri papağan gibi tekrarlıyorlar.

Yalan söylüyorlar. Peki, HDP’nin oy oranlarının 9.8 olmasının sebebi sizce nedir?

Selahattin Demirtaş adi bir PKK’lı bir terörist değil midir? Değilse dağda PKK saflarında iken çektirdiği o fotoğraf için, “Çok pişmanım. Bir gençlik heyecanıydı. Hatalıyım. Devletime karşı bir suç işlediğimi düşünemiyordum.
Bilmiyordum. Kürtlerle Türklerin kardeş olduklarını bilmiyordum.” demiş midir? Dememişse diyecek midir?

Demiyecektir. Çünkü Demirtaş’ın görüşlerinde en küçük bir değişiklik olmamıştır. PKK adına çalışan bir teröristtir. Hükümetin teröristleri yurt dışına çıkarma projesinin suya düştüğünü herkes görüyor. Birkaç yaşlı, çaptan düşmüş terörist dinlenmeye çekilmiştir o kadar. Bu süreç denilen zırva boyunca PKK kendini toparlamış, her köyde, mezrada, yerleşim biriminde yeniden örgütlenmiş, insanları sindirmiş, Türkçe konuşan köylere vergi cezası bile uygulamaya başlamıştır. Hükümet askeri çekmiş, büyük bir baskı oluşturarak süreç bozulmasın diye müdahale ettirmemiştir. Süreç bozulmamış mıdır? Hayır, bozulmuştur. PKK askerimizi öldürmeye, en seçkin korucuları temizlemeye devam etmiş, tehlikeli gördüğü herkesi saf dışı bırakmıştır. Bu sadece kurtarılmış bölgeler için geçerli bir durum değildir. AKP’nin ve Hükümetin içindeki yandaşları ve muhipleri sayesinde bütün kurumlarda ve Basın’da PKK karşıtı tehlikeli unsurlar temizlenmiştir.

PKK bu şartlarda kurtarılmış bölgelerdeki bütün vatandaşları psikolojik baskı ile HDP’ye oy vermeye ikna etmiştir! İşin sırrı HDP(PKK)  yandaşı bir gazetecinin şu cümlelerinde gizlidir:

“Çö­züm sü­re­ci ile baş­la­yan ve Kürt­ler'in ta­lep­le­ri­nin en yük­sek ses­le ses­len­di­ril­me­si için bir fır­sat ola­rak gö­rü­len Cum­hur­baş­kan­lı­ğı se­çim­le­ri­nin ilk tu­run­da Kürt­le­r’­in bü­yük ço­ğun­lu­ğu HDP’­nin ada­yı De­mir­ta­ş’­ı ter­cih et­ti. Da­ha ön­ce AK Par­ti­yi ter­cih eden mu­ha­fa­zâ­kar Kürt­ler'in bir kı­sım oy­la­rı da De­mir­ta­ş’­a kay­dı. Oy­la­rın yer de­ğiş­tir­me­sin­de De­mir­taş ve HDP’­li­le­rin oy­lar­da ya­şa­na­cak ar­tı­şın ta­lep­le­rin dil­len­di­ril­me­sin­de el­le­ri­ni güç­len­di­re­ce­ği­ne iliş­kin açık­la­ma­la­rı et­ki­li ol­du.”[1]

Burada çok önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum. Seçim sonuçları bana göre şaibelidir. Sadece birilerinin ellerinin güçlendirilmesi amaçlanmıştır. İlk sandıklar açıldığında Selahattin Demirtaş’ın oyları 9’larda değil, 6’larda idi. Yani şehir oylarının yüzde ellileri açıklandığında Demirtaş çok gerilerde idi. Köy ve mezra oyları ortada yokken Demirtaş’ın alığı oy oranı yerel seçimlerle aynı idi. Ancak saatler ilerlediğinde ne hikmetse Demirtaş’ın oyları artmaya başladı. Tayyip Erdoğan’ın oyları düşerken Demirtaş yükseldi. Ekmeleddin  İhsanoğlu’nun oyları çakılmış gibi ileri gitmezken Demirtaş yükselişini, Erdoğan düşüşünü sürdürdü. Bu yükseliş ve düşüş belli bir rakama gelince durduruldu. Erdoğan yüzde ellinin altına düşemezdi, seçim ikinci tura kalacaktı. Demirtaş,  yüzde on barajının üstüne çıkmamalıydı. Durduk yerde ortalığı bulandırmanın, insanları korkutmanın da bir anlamı yoktu. Ne de olsa Demirtaş Türkiye’nin gündemine bir barış havarisi olarak takdim edilecekti. Erdoğan’ın elini zayıflatmayacak, buna mukabil PKK’nın, pardon Demirtaş’ın elini güçlendirecek bir oy oranı sonuç hanesine yazıldı. Bu sonuçların hepsi de büyük yorumcularımızın! da söylediği gibi önceden belliydi.  Yorumlar önceden buna göre tasarlanmıştı ve seçim sonuçlanır sonuçlanmaz CHP ve MHP’ya karşı bir linç kampanyası başlatıldı. İlgili ilgisiz herkes bu konuda ahkâm kesmeye başladı.

Türkiye’deki bütün köy ve mezralardaki seçmenlerin oyunun Selahattin Demirtaş’a gitmesiyle bile bu oy yükselişini konusu a-çık-la-na-maz.. Bütün televizyonların seçim ve sonrasındaki yayınları RTÜK’de kayıtlıdır.

İlk andan itibaren dakika dakika kim ne kadar yükselmiş, alçalmış; kim nasıl yorum yapmaya başlamış, Demirtaş adi bir terörist olarak değil bir havari gibi gösterilmeye, övülmeye takdir edilmeye başlanmış hepsi kayıtlıdır.

Türkiye’nin köylerde ve mezralarda kaç seçmeni kalmıştır, bu da bellidir. Demirtaş bu durumu kamuoyundan gizlemeye çalışıyor: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde katılımın çok düşük olduğuna” dikkati çeken Demirtaş, “Gelemeyenlerin büyük çoğunluğunun kendi seçmenleri olduğunu” söylüyor. Gelecek yıl yapılacak olan milletvekili genel seçimine parti olarak girme eğiliminde olduklarını söyleyen Demirtaş, “Seçim yaklaştığında yeniden karar vereceğiz. Tabii öncelikli olarak şu anda barajın düşmesi için de uğraşacağız” diyor.[2] Evet, AKP tarafından PKK’ya ve HDP’ye gerekli vasat hazırlanmıştır. Seçime tek başlarına girebilirler!

Seçim sonuçları böyle olsun istenmiştir. Muvazenesini kaybeden derin devletimiz bu sonuçları istemiştir o kadar! Biz seçim sonuçlarında HDP’nin 10.2 gösterilmemesine şükredelim. Şimdilik ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar: Yanlış anlaşılmasın; ölüm, bir partinin yüzde on alması değil, terörist bir partinin, kuzu postuna bürünerek ihanetine daha rahat devam etmesine devlet tarafından çanak tutulmasıdır.

Demirtaş bir PKK sözcüsüdür. Seçim sonrasındaki açıklamasında "Türkiye'nin her yerinde, her ilinde, her ilçesinde, her köyünde her mezrasında savunduğumuz ilkelerin gönülden tartışılmasını, yürekten sahiplenilmesini arzuladık ve bunu önemli ölçüde başardık" diyor. Doğudaki psikolojik sindirmeden bahsetmiyor. Batıdaki il ve ilçelerde PKK örgütlenmelerini ise hiç ağzına almıyor. Güya her kesimden ezilenlerin oyunu aldıklarını söylüyor. 

Mesele PKK ile Hükümet müzakeresindeki ilk madde olan Öcalan’ın serbest bırakılması, PKK’nın terörist listesinden çıkarılması ve AKP eliyle örgütlenmesidir. Bunu Büyük Ortadoğu Eşbaşkanı vb. sıfatlarla hayata geçirdiler. Avrupalı dostları da en büyük destekçileri olmaya devam ediyor: Fransız Komünist Partisi, Fransa ve Birleşmiş Milletler'e Irak ile dayanışma ve politik müdahale çağrısında bulundu. IŞİD'e karşı savaşan Kürt güçlerinin desteklenmesi gerektiğini belirten Fransız Komünist Partisi, “Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalı, PKK 'terör örgütleri listesi'nden çıkarılmalı” diyor. Yakında hükümet PKK’nın terörist olmadığını söylerse şaşırmayalım diye bunları aktardım.

Demirtaş, Irakta Talabani’nin küçük bir azınlığı temsil etmesine rağmen Irak’ın Cumhurbaşkanı yapılması gibi gelecekteki Türkiye’nin başına getirilmek isteniyor. Hazırlıklar da buna göre yapılıyor: Mesela CHP milletvekili Melda Onur konuşturuluyor; “Selahattin Demirtaş solun yeni lideridir.” diyor. Önce CHP, sonra Türkiye. Yaşasın, kurtuluyoruz! Iraklaşma, Afganistanlaşma süreci tam gaz devam!

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu’nun uyarıları hâlâ geçerlidir: “Küreselleşmenin getirdiği dinamik ortam; ülkelerin iç ve dış güvenlik ayrımının belirsizleşmesi ve güvenlik paradigmalarının değişmesi neticesinde, kamu düzeni ve yasal kurumların da içerisinde olduğu ulusal güvenliğe yönelik tehditler farklılaşmış, terörizm, ayrılıkçı hareketler, etnik ve dini çatışmalar, kitle imha silahlarının yayılması, uluslararası organize suçlar ve siber terörizm gibi asimetrik tehditler, yeni parametreler olarak ortaya çıkmış ve güvenlik algılamalarını büyük ölçüde değiştirmiştir. Ülke bütünlüğünün parçalanmasına yönelik tehditlerin; içte ve dışta artan yoğunlukta güç kazanma çabası karşısında, değişen güvenlik algılamaları temelinde, iç güvenliğin sağlanması ve korunması öncelik kazanmıştır.”

Selahattin Demirtaş bir PKK’lıdır. Türk Milletinden özür dilemedikçe benim için adi bir terörist olacaktır. Yumuşama teranelerini milletimize yutturacağını sananlar da aptaldır.

[1] http://gundem.bugun.com.tr/secimin-en-buyuk-surprizi-haberi/1219100


[2] http://www.demokrathaber.net/siyaset/selahattin-demirtas-secime-girmemiz-umudu-alternatifi-ortaya-cikardi-h36578.html

24 Temmuz 2014 Perşembe

Cumhurbaşkanı Olsaydım

          24 Temmuz 2014                 


Olmaz, beni cumhurbaşkanı yapmazlar ya, yine de düşünüyor insan. Ben cumhurbaşkanı olsaydım ne yapardım?
Fazla bir yetki istemez ama yetkilerimi de kullanırdım.
Mesela Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık ederdim.
Halkın içine korumasız çıkar, trafikte dururdum.
Şakacı olmaya çalışır, kesinlikle zarif olurdum.
Sinirlenmezdim, kabadayılanmazdım, “Ananı...” demezdim.

Öncelikle Türkiye’de ve dünyada sahipsiz kalan Türk milletine sahip çıkardım.
Vatandaşımı geleceğinden emin, Türk Halkını mutlu, Türk Devletini güçlü yapmak için çalışırdım. Atalarıma kulak verir: “Gündüz oturmadım, gece uyumadım, açları doyurdum, çıplakları giydirdim.” sözlerini unutmaz, büyük bir sorumluluk duygusuyla çalışırdım.
Vatanın en ücra köşesindeki vatandaşımın derdini dert edinirdim. Bu vatan Turan olurdu.
Vatandaşım açken ben tok olmazdım. Lüksü, şatafatı soframdan ve hayatımdan çıkarır, sade yaşardım. Buna soframdan başlar, iki yemeğin birini hazırlatmazdım.

Kaliteye önem verir: İnsanda, Üretimde, Hizmette, Sanatta, kaliteye ilgi gösterir, kalitesizlere göstermezdim. Etrafımdaki insanlar her bakımdan dolu olurdu. Bana gerçeği olduğu gibi söyleyebilecek adamlar olurdu. Bunlar gerektiğinde bana saçmalamamı söyleyebilir, ruh hastası gibi davrandığımı gösterebilirlerdi. İyi danışmanlarla çalışırdım. Tarih okur, Türk Devlet Başkanları nasıl davranmışsa öyle davranmaya çalışırdım.

Bölücülüğün ortadan kalkması en mühim işim olurdu.

Türk Dünyası’nın meselelerini yakından takip ederdim. Türk Cumhuriyetleriyle ilişkileri canlandırırdım. Filistin, Gazze kadar Bosna, Doğu Türkistan ve Kırım’a da önem verirdim. Mesela, kısa bir tatil için Kırım’a gidip Kırımlılarla ayaküstü veya evlerinde sohbetler ederdim. Uzak Türk yurtlarına gider, tatillerimi oralarda geçirirdim.

Dış politikada kesinlikle muadelet; eşitlik ilkesini uygular, yapılana en azından aynısıyla mukabele ederdim. Türk Devletini yalnızlaştırmak, Türk insanını aşağılamak isteyen, ezmek isteyenleri affetmezdim.

Yurt dışına gitmeye –resmi görevlerin dışında-fazla önem vermezdim. Oralarda gittiğimde de Türklüğe yönelirdim; Türk abidelerine gitme, şehitlikleri, mezarlarımızı, vatandaşlarımızı evlerinde ziyaret daha önemli çünkü. Türkiye’nin Türkiye dışındaki gücünü (beyin, işadamı, halk vs.) iyi değerlendirmesine çalışırdım.

Yurt dışındaki her Türk’e mektupla ulaşır, bağ kurardım. Yurt dışındaki Türklerin meselelerini yakından takip eder, çocuklarımızın Türkçe ve Türk Kültürü ile bağlarının kopmaması için elimden gelen her şeyi yapardım.

Sürüleştirilmeye çalışılan bir halkı millet yapmak için çalışırdım.
Milletin kendine güven duymasını sağlardım.
Ona kendi zenginliklerini her fırsatta hatırlatır medeniyetimizin kaynaklarını gösterirdim.
Bizim de medeniyetimiz varmış, biz de insanlığa hizmet etmişiz, biz de başarabiliriz dedirtirdim.
Görgü (protokol) kurallarına tam uyar, uyulmasını da sağlardım. Millete görgü kurallarını, töreyi yeniden hatırlatır, sevdirir, öğretirdim.
Çalışma azmi aşılardım. Üreteni, üretimi teşvik eder, tüketimi teşvik etmezdim.
Dürüst esnafı ödüllendirirdim. Dürüst ve hizmet eden işadamını taltif ederdim.
Gösteriş ve iş olsun diye ortalıkta salınanları ayıklar, hizmet ehlini taltif ederdim. Gönüllülere destek olurdum. Adalet, başarı, gayret örneği çocukları öne çıkarır, namus timsali kişileri öne çıkarırdım.
Yolsuzluk ve adaletsizlikle mücadele ederdim. Cebellezi işlerine son verirdim.
Devletin saçtığı paraların takibini yapardım. İsrafı önlerdim.

Basının milletin basını olmasına çalışır, milleti bilgilendiren bir basın olmasını sağlardım.
Basının bana yalakaca yaklaşmasını önlerdim. Liderlerle basın önünde konuşmazdım.

Sorunların çözümü için sivil toplumu harekete geçirirdim. Sivil toplumu geliştirmeye, boşluk varsa dermekler kurdurmaya çalışırdım.

Yurt içini de adabınca abartmadan gezmeye, tanıtıma muhtaç beldeleri tanıtmaya, halkı gezi alışkanlığı kazanmaya teşvike çalışırdım.
Ahlat, Çanakkale vb. tapu yerlerimize önem verir, sık sık ziyaret ederdim.
Eski evleri, sokakları, Türk ev mimarisinin diriltilmeye çalışıldığı yerleri ziyaret ederdim.
Camileri, banilerini, türbeleri ziyaret ederdim.
Türk Büyüklerini ve mezarlarını ziyaret ederdim: M. Akif, Ziya Gökalp, Abdülhamit, Refik Halit, Ahmet Haşim, Sait Faik, Memduh Şevket...
Yine mesela Devlet Mezarlığı’nı ziyaret eder, geçmişiyle milleti barıştırmaya çalışırdım.
Sık sık halkın içine çıkar, vatandaşın dertlerini dinlerdim.
Toplumu sakinleştirirdim.
İslâm’ın ve Müslümanların meseleleriyle yakından ilgilenirdim.
Huzur sohbetleri yaptırırdım.
Fitneyi ortaya koyan çalışmaları desteklerdim.
Camileri bina bodrumlarından kurtarılmasına çalışırdım.
Dini alandaki boşluğu ortadan kaldırırdım. İmamları yeniden eğittirirdim.
Azınlıkların, cemaatlerin gönlünü hoş tutardım.
Alevi-Sünni, Türk-Kürt vs. bölücülüğünün suni olduğunu her fırsatta gösterirdim. Hacıbektaş samah, Mevlana, sema ortaklığında milleti buluştururdum.

Çok okumaya, Bilime,  Sanat ve Edebiyata, Müziğe, Sinemaya, Spora önem verirdim.
Üstün yeteneklileri korurdum.
Sanat hadiselerine müzayedelere katılır, antikanın ailemiz ve milletimiz için önemini anlatır, halkın sanatla iç içe olmasını teşvik eder, tedbirler aldırırdım. Yurt dışındaki Türk hazinelerinin yurda gelmesi için çalışırdım.
Kütüphanelere, sahaflara giderdim.
Koleksiyonculuğu teşvik ederdim.
Müzecilik ve müzelerin geliştirilmesine çalışırdım.
Arşivcilik ve arşivlere, kütüphanecilik ve kütüphanelere önem veridim. Buraların hayatın içine dahil olması için çalışırdım.
Okul gezileri (Anaokulu, ilkokul, lise, üniversite...) yapar, başarılı öğrencileri desteklerdim.

Yarışmalar açardım. Ödüller koyardım: Sanat, Edebiyat, Spor, Yoksulluk, Girişim, Buluş, Hizmet, vergi, Yetim / korunmaya muhtaç çocuklar, bağımlılık, sigara, alkol, kumar, resim, fotoğraf, Heykel, doğayı koruma ve doğaya dönüş vb. Mesela Fakirliği önleme çalışmalarını ödüllendirirdim.

Klasik Türk Musıkisi konserleri başlatır, Huzur konserleri yaptırırdım. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir Türk Müziği hareketi (Darül Elhan gibi) başlatırdım.
Klasik sanatların sanatçılarına sanatları üzerine siparişler verir, eserler yaptırırdım.
Bir Cumhurbaşkanının; ne okuduğu, nasıl okuduğu, hangi sergiye, konsere gittiği, hangi sanatçıyla iltifat ettiği önemlidir. Bu konuda kesin adil olurdum. İltifat edeceğim sanatçıyı (yazar, müzisyen vs.) dikkatle seçerdim. Himaye işlerinde dikkat ederdim.

At yarışlarına gider, Ata ve at kültürüne önem verirdim. Ata binerdim.
Yağlı, Karakucak, Serbest hatta Grekoromen Güreşlere mutlaka giderdim.
Ben cumhurbaşkanı olsaydım misafirlerimi götürürdüm.

Geleneklerin yaşatıcılarına, koruyucularına önem verirdim. Yaren, Sıragezme, Keşik, Arifane, Arabaşı, Kürsübaşı gibi geleneksel eğitim kurumlarını ziyaret ve teşvik ederdim. Seymenlik, zeybeklik, efelik vs. konularına önem verirdim.
Sultan şehirler ve halklarını diri tutardım
Yerel kanaat önderlerinin, sanatçı ve aydınların teşvikine çalışırdım.
Büyük merkezlerde olduğu gibi küçük beldelerde de kültür ve sanatın güçlenmesi ve kötü örneklerin azaltılmasına çalışırdım.

Aileye önemi sık sık vurgular, anne baba ve akrabayı ziyareti tavsiye ederdim. Aileyi toplumda öne çıkarır ama o makamda oturduğum sürece aile fertlerimi gerek olmadıkça öne çıkarmazdım. Eşim ve çocuklarım sivil toplum çalışmalarında yanımda olurdu.

Yaşlıları, büyükleri ziyaret ederdim.
Kimsesiz çocukları, yetimleri, yurt çocuklarını, alkolikleri, bağımlıları, yaşlıları... ihmal etmezdim. Kimsesizlerin kendi çapında kimsesi olurdum.
İş güvenliği, sosyal sigorta konularına önem verir, ani baskınlar yapardım

Eğitimle, Sağlıkla, Savunmayla bizzat ilgilenirdim.
Genç kızlarımızın iyi yetiştirilmesi için çalışırdım.
Annelerin eğitilmesine gayret ederdim.
Çocukların iyi yetiştirilmesi ve korunmasına önem verirdim.
Yurtların, Bakımevlerinin, Huzurevlerinin ve Islahevlerinin ıslahı ve geliştirilmesine çalışırdım.
Milletin beden ve ruh sağlığı üzerinde dururdum.
Uçak sanayisini canlandırmaya çalışırdım. Havacılık güvenlik savunma konularını takip ederdim.
Türk mühendislerinin ve bilim adamlarının başarılarını taltif eder, teşvik ederdim.
İşadamlarını teşvik ederdim.
Türk markalarını takdir, markalaşmayı teşvik ederdim. Girişimciliği teşvik ederdim.
Türk Tekstili’ni ayağa kaldırırdım.

Ağaç dikmeyi teşvik ederdim. Ağaç dikme seferberliği başlatırdım.
İpekçiliğe, üzümcülüğe, cevizciliğe, muzculuğa,  sığırcılığa, koyunculuğa, keçiciliğe, Arıcılığa, sütçülüğe, tavukçuluğa, doğal gıda ve ürünlere önem verirdim.
Sularla ilgilenir, tabiatla çevreyle köyle irtibat, iç içe olma konusunu, tabiata dönüş konusunu canlı tutardım.
Güllere, gül bahçesine, Türk Bahçesi kültürüne önem verirdim.
Betona karşı çıkar, yanlış şehirleşmenin önüne set olurdum. Melih Gökçek gibi şehir soytarılarını kamuoyu önünde fırçalardım. (Genelkurmayın önüne diktiği saat heykelini gördüyseniz bu kelimeyi hak ettiğini, şehircilikten zerre kadar nasibi olmadığını görürsünüz.)

Geleneksel el sanatlarının canlandırılmasına çalışırdım. Halı kilim, dokuma, süslemeye önem verirdim. Klasik sanatların halka mal olmasına çalışırdım.

Liderleri günlük kayıkçı kavgası yerine asırlık meseleler üzerinde durmaya davet eder, uyarırdım. Kamuoyunu tırıvırı işlerle meşgul ettirmezdim.

Bölücülükle mücadele ederdim. Saçma sapan açılımlarla uğraşmaz, halkın kanaat önderleriyle doğrudan münasebetler kurarak meseleyi çözerdim.
İdamı geri koydururdum. Adaleti temin ederdim. Hapistekilerin iyi şartlarda topluma kazandırılmasına çalışırdım. Topluma düşman insanların yetişmesine engel olurdum.

Mafya ile savaşırdım. Otoparktan milli park mafyasına, ihaleden gümrüğe kadar her yerde yuvalanmış olan mafya...

Dolmuş, otobüs, durak, trafik, bina, yol, planlama işlerine, yanlış şehirleşmeye el atardım.

Demiryoluna önem verirdim.
Balıkçılığa, gemiciliğe önem verirdim.

Tarıma önem verirdim.
Hayvancılık ve hayvancılık kültürümüzün korunması ve geliştirilmesine çalışırdım.
Suya tabiata su kaynaklarına önem verirdim. Sürdürülebilir çevreye, doğanın korunmasına önem verirdim.
HES’lerle mücadele ederdim.
Sahillerin halka açık olmasını sağlar, parsellenip ham edilmesine savaş açardım.
Boşalan köyleri canlandırma projeleri hazırlattırır, tarlasını ekmemeye pirim verme yerine ekmeye pirim vererek tarımı ayağa kaldırmaya çalışırdım.

Türk Modası’nın oluşması için uğraşırdım Bizi soymak, soyundurmak, çirkinleştirmek isteyen anlayışa karşı bize yakışanı öne çıkaran bin anlayışı desteklerdim.

Türk Mutfağı’nı desteklerdim. Türk Peyniri’ne, Dolmaları’na... önem verirdim.

Arkeolojiye önem verirdim. Türk İslâm eserlerinin, eski eserlerin ve kitapların restorasyonuna önem verirdim.
Keşiflere önem verir, Doğaya yönlendirmeye çalışır, Merakı teşvik eder, Gezi kültürünün kazandırılmasına çalışırdım.
Coğrafya Enstitüsü kurdururdum. Yeni keşifleri, buluşları dinlerdim.
Çok özel çalışmaları olan kişileri kabul ederdim: Türkün Genetik Tarihi Osman Çataloluk, Servet Somuncuoğlu, Oktay Sinanoğlu,
Bilime, bilim adamlarına, sanata, sanatçılara, mucitlere, buluşlara önem verir, patenti teşvik ederdim.

Türkiye’nin teknoloji çöplüğüne dönüşmesine izin vermezdim.
Cep telefonlarına bir çözüm bulurdum.

Yazma çizme, anı hatıra günlük tutma işlerini, derleme yapmayı teşvik ederdim.
Şiiri sevdirmeye çalışırdım.

Geleneksel Karagöz-Hacivat gibi gölge oyunlarına, orta oyunlarına ve kuklacılığa önem verirdim.

Geleneksel sporlara önem verirdim.
Türk Dünyası Spor Oyunları yarışmaları düzenletirdim.
Türk Dünyası Zekâ Oyunları ve özellikle satranç yarışmaları düzenletirdim.

Türkiye’nin iyi tanıtılması ve temsiline olağanüstü gayret ederdim.
Hatırlama ve hatırlatma, düşünme düşündürtme işlerine önem verirdim.
Her gün bir ana, bir tali meseleyi veya geliştirilmesi gereken bir hususu gündeme taşırdım.
Sanal dünyayı ve sosyal basını gösteriş için değil bu amaçlarla doğru kullanırdım.

İşte müstakbel Cumhurbaşkanının yapması gerekli birtakım çalışmaları -edebi diline bakmaksızın- aklıma geldiği haliyle not etmeye çalıştım. Üzülerek “Aman Ya Rabbi! Ne kadar çok birikmiş meselemiz varmış.” dedim. Keşke olmasaydı.

Peki bu meseleleri hangi Cumhurbaşkanı adayı çözebilir sizce? Türk devletine savaş açan PKK’lı aday mı? Tayyip Erdoğan mı? Ekmeleddin İhsanoğlu mu? Diğerini geçelim. Erdoğan’ın Başbakan iken ne kadar bu işlerle ilgilendiği ortada. Cumhurbaşkanı olduğunda, hatta devlet başkanı olduğunda ne değişecek? Bu meseleler çözülmüş olsaydı zaten yazılmazdı.

Demek ki başka bir aday gerekiyor: Milletini kucaklayabilecek bir aday. Bu çalışmalar yürütebilecek Cumhurbaşkanı adayı Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’dur diye düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’ın bu ülkenin şu andaki en büyük talihsizliği olduğu görülmelidir. Çocuklar için Bonzai ne kadar cazip ve çok tehlikeli ise Tayyip de bu halka o kadar cazip geliyor ve o kadar tehlikeli. Bu arada; İhsanoğlu’nun yumuşak hitabetini, konuşmasını eleştirenlere Tayyip Erdoğan’ın camsız konuşmalarına bakmalarını salık veririm.


Sözüm size, bize, hepimize...