22 Haziran 2012
Allah tarafından “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” buyruluyor. (Hicr/9)[1] Ama buna rağmen kâfirler, müşrikler Kur’an üzerindeki tahrif çalışmalarına devam ediyorlar, edeceklerdir. Tabii bir durumdur. Onların imtihanı böyledir. Fitneye devam edecekler, elbette hesap gününde cezalarını da çekeceklerdir. Ancak Müslümanlara da bu konuda uyanık durmak ve bu gibi çalışmaları takip etmek düşer. Kur’an’ın üzerinde yapılan çalışmaların neler olduğu konusunu uzmanlara bırakarak bu çalışmaların ne şekilde olduğunu söylemek istiyorum. 1.Ayetleri değiştirmeye çalışıyorlar ki buna güçleri yetmez! 2. Anlamını değişik olarak sunmaya çalışıyorlar; Tercüme, meal, tefsir üzerinde manayı değiştirmeye, kafa karıştırmaya yönelik tahriflerde bulunuyorlar. Kur’an’ın lafzını değiştirme gayretlerine bir örnek olarak www.amazon.com adresinde satışa sunulan The True Furqan adlı kitabı gösterebiliriz. Uydurma bir kitap olduğu söylenmektedir.[2]
Bir süre önce, Vakit gazetesinden Ali Eren, Diyanet’çe yayınlanan Tefsirli Meal konusunda bir yazı yazdı.[3]Fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşım da bana bu yazıyı neden sosyal paylaşım sitesinde dağıttığımı sormuştu. Diğer bütün yayınlardaki eksiklikler, hatalar bir yana bir dini yayındaki hatalar bana göre önemliydi. Hele muhtevasındaki eksiklikler, yanlışlar, bir de bu eksikler, görenlerce tespit edildiği halde düzeltilmemişse, durum ciddi demekti. Bu gibi dikkatler bana göre önemliydi. Onun için yazıyı herkesin görmesini istemiştim. Bu yazıdan anladığım kadarıyla Kur’an’ın anlamı üzerinde de ciddi oynamalar yapılmaktadır.
Samimi Müslüman yazarlar ve İslâm’ın kaynaklarını yayınlayan yayınevleri de yayınladıkları eserlerde, başta imlâ kuralları olmak üzere, tercüme, dizgi vb. hataları yapıyorlar. Bazı hususi yayınevleri, bilgisayar teknolojisinin getirdiği imkânlardan da yararlanarak, Diyanet’çe tasdik edilen, “görüldü” diye mühürlenen Kur’anlardan farklı olarak rengârenk baskılı, dizgili, açıklamalı Kur’an-ı Kerimler yayınlıyorlar. Bu yayınların tamamının mutlaka kontrol edilerek yayınına izin verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu eserlere, Kur’an, Meal ve Tefsirlere olağanüstü bir dikkat göstermemiz gerekir. Vebali çok büyüktür çünkü.
Sadece özel yayınevlerinin değil, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’nın da hiçbir tartışmaya sebep olmayacak kadar sağlam olması gerekir. Ama maalesef ilim erbabının azlığı, tenkid müessesesinin olmayışı dolayısıyla yayınlanan her eser araya kaynayıp gitmekte, okuyucusunu az veya çok bulmakta, kıratına göre değer kazanmakta, gönülleri aydınlatmakta veya kafaları karıştırmaktadır. Yukarıda alıntıladığım yazıları okuduktan sonra hafızamı yokladım. İlimle, Kur’an’la fazla meşgul olmadığım halde, okuduğum bir Meal’de gördüğüm hususları bir kenara not ettiğimi hatırladım. Bu notlara yeniden baktım. O zaman önemli görüp yayınevine bildirmek istemiş fırsat bulamamış olmalıyım. Bu gibi hataların en aza indirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Mevcut mealler üzerinde şüphe uyandırmak gibi bir kastımızın asla olmadığını, olamayacağını, bundan Allah’a sığındığımı belirterek, dikkat zayıflığımıza bir örnek vermek istiyorum. Kitaplığımdaki, okumuş olduğum, güvenilir bir yayınevince çıkarılan bir Meal'deki birtakım dizgi ve mantık hatalarını not etmişim: Diyanet Vakfı Yayınları arasında çıkan ve Ali Özek, Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş tarafından hazırlanan Kur'an- Kerim ve Açıklamalı Meali adlı eserdeki (1. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993) notlarımı, belki uzmanları gelecek baskılarında düzeltir ümidiyle bilgilerinize sunuyorum:
KUR’AN-I KERİM VE AÇIKLAMALI MEALİ kitabında görebildiğim maddi hatalar:
Mealin sayfa numaraları yanlış dizilmiş. Sayfa sayıları ikinci sureden başlıyor. 1. Sureden başlamalıydı. Bkz. sf.1
VIII.sf. Sayfadaki 7. ayet açıklamasında herüşeye-herşeye yazılmalıydı. İmlâ Hatası.
2.sf. 15. ayet başıboç-başıboş olmalıydı. İmlâ h.
4.sf. 27. ayet çıkaırlar-çıkarırlar olmalıydı. İmlâ i h.
7.sf. 56.ayet (Ayetin açıklamasında baygın düşen deniliyor; Ayette öldürülüp diriltildiği söylendiği halde...) Ne hatası anlayamadım!
14.sf. 101. ayet yarışarında-yanlarında olmalıydı. İmlâ h.
15.sf. 102. ayet (Açıklama yanlış, sihir ilmini öğrenmekte beis yoktur deniliyor. Bu kafa karıştıran açıklamaya sade bir meal içinde sanırım gerek yoktur.)
18.sf. 123. ayet. (Açıklama yanlış ve gereksiz, kaldırılmalı diye düşünüyor insan.)
18.sf. 124. ayet (Bu ayetin tercümesinde anlaşılmaz kısımlar var; yeniden tercüme edilmeli.)
20.sf. 137. ayet. mutlakağanlaşmazlık-mutlaka anlaşmazlık olmalıydı. İmlâ h.
20.sf. 140. ayet. olduklarınışmı-olduklarını mı olmalıydı. İmlâ h.
20.sf. 140. ayet. Allah ıı?-Allah mı? Olmalıydı. İmlâ h.
26.sf. 178.ayet. asabsa-asarsa olmalıydı. İmlâ h.
28.sf. 188. ayet hakimlers-hakimlere olmalıydı. İmlâ h.
29.sf. 192. ayet. rahimdir kelimesi yanlış yerde hece bölünmüş. Dizgi h.
30.sf. 198. ayet. 4. açıklama: ictihatlar ı, kanaater-içtihatlar, kanaatler olmalıydı. İmlâ h.
54.sf. 45. ayet (Bu ayette bir tercüme hatası olabilir mi? Ayette "Mesîh'tir" geçiyor mu?)
84.sf. 44. ayet (verilenlere-verilmeyenlere olabilir mi? Tercüme hatası olabilir mi?)
108.sf 13. ayet. (Açıklamasına “kısmen”den sonra “kulaktan dolma” eklenmeli değil mi? Bu haliyle kafa karıştırıcıdır.)
154.sf. 40. ayet (Açıklamadaki imkâ-nsızlık dizgi yanlışı olmuş.)
204.sf. 117. ayet gurubun-topluluğun veya gurubun-grubun olmalıydı. Çeviri, imlâ hatası.
207.sf. 4. ayet vâdi-vaadi olmalıydı. İmlâ h.
225.sf. 38. ayet. (Açıklama tartışmalı! Hz. Nuh’un gemisi buharlı mıydı? Değil miydi?)
240. sf. 47. ayet stok edip-depolayıp(yığıp, biriktirip) olmalıydı. Tercüme h.
241.sf. 57. ayet. Stok etti-depoladı olmalıydı. Tercüme h.
258.sf. 25. ayet (Açıklamada kötü-köksüz olmalıydı. Tercüme h.)
309.sf. 71. ayet (Açıklamadaki “Bir rivayete göre” lafzı “ancak bir rivayete göre Allah”, şeklinde olmalıydı.)
384.sf. 5. ayet (mukaddes topraklara) Ayet’in içindeki bu açıklama doğru mu? Arz-ı mevud’u hatırlatıyor.
477.sf. 17. ayet ittiler-ettiler olmalıydı. İmlâ h.
479.sf. 35. ayet altındaki açıklama 36. ayetin altına girmeliydi. Dizgi h.
494.sf. 86. ayet (Açıklama tartışmalı. Yorumun kaynağı?)
540.sf. 28. ayet (Açıklama yanlış olabilir. Bakılmalı, yanlışsa kaldırılmalı!)
540.sf. 29. ayet lutfundan-lütfundan (çalışmazlarsa) İmlâ h.
590.sf Et Tarık Suresinin girişindeki açıklamanın ikinci yarısı yanlış. Mecazi olarak... kısmı çıkarılmalı. (Ayet apaçık!) (Tercüme hatasından ileri bir hata.)
Kur’an üzerindeki her türlü tahrip ve tahrifata Allah’ın izin vermeyeceğini biliyoruz ama biz de kul olarak üzerimize düşeni yapalım. Bir tek insanın bile aklına tek bir soru bırakmayacak şekilde yayınladığımız Kur’an, meal ve tefsirlerde dikkatli olmalı, yayınlanmış olan eserlerin çok sağlıklı olmasına çalışmalı, tenkidi yapılması gerekenleri de en ciddi bir şekilde tenkid süzgecinden geçirmeliyiz, diye düşünüyorum.
[1]http://www.kuranmeali.com/ayetkarsilastirma.asp?sure=15&ayet=9
[2]https://www.facebook.com/groups/ulkucuyazarlar/permalink/329061893837188/
[3]http://www.ismailaga.info/yazi/tag/diyanet-tefsirli-meal/
22 Haziran 2012 Cuma
19 Haziran 2012 Salı
Yazsam Ne Olacak?
19 Haziran 2012
Haydaa! Ne mi olacak? Kuzum, yazmayanlara bir şey mi oluyor da sen bu soruyu soruyorsun? Tamam, yazınca, hem de etkili bir şeyler yazınca başına altından bir taç kondurmuyorlar. Yazarlık, şairlik günümüzde beş para etmiyor. Doğru lakin meseleye farklı cephelerden bakılmalı. Mesela yazmak, kendini ifade etmek; kendini inşa etmek değil mi?
Anlamlandıramadığımız dünyayı, âlemleri, olayları insanları çözümlemek istiyoruz. Bu aslında kendini tanıma ile başlayan bir inşa süreci. Sen kendini yeni inşaya başlayanlardan mı yoksa kendimi inşa ettim, diyenlerden misin? Dur, bana kulak ver. Sözlerim hepimize.
Yazma, bir nevi kendini biçimlendirme yolu. Yazmak için önce yazma ihtiyacı hissediyorsun. Yazdıkça kendin oluyorsun. Bir yetenek midir? Doğuştan da gelebilir, sonradan da edinilebilir yazma isteği, becerisi... İnsanın görgüsü, bilgisi, yaşadığı olaylar onu yazmaya itebilir. Okuduklarında rastladığı bir kırıntı kişiyi kanatlandırabilir. Güzel düşünüp konuştuğunu söyleyen bir öğretmeni "Neden Yazmıyorsun? Sen şiir, hikâye, roman yaz!" diyerek onu ateşlemiş olabilir. Hatta okuduğu eserler, aldığı eğitim yazmaya zorlayabilir de. Yazmaya bunlar değil de gençlik duyguları, sevgiler, karşılıksız aşkları, reddedilme, hayal kırıklığı da yol açmış olabilir. Yaşanan bir felaket onu intihar etmek yerine yazmaya sevk etmiştir, belki de. Ulaşılamayan hedefler, mutsuz evlilikler, sonuçsuz koşular, anlaşılamamak, savaşlar, fakirlik... Daha birçok sebep insanı yazar yapmaya yetebilir. Sen bunların yazıya geçirilmesini, tarihe bir not düşülmesini az şey mi sanıyorsun? Diğer insanlar bundan kendisine göre dersler çıkarır, yaşanmış şeyler sıkıcı, rehbersiz, başıboş hayatında ona yol gösterir.
Yazmaya başlamanın sebepleri ne olursa olsun yazar için dört nokta çok önemli: Yazar dolu olacak, anlatacağı şeyler olacak, olmazsa daima kendini her dem yeniden doldurmayı bilecek; okuyacak, gezecek, görecek, gözlem yapacak, malzeme biriktirecektir. Yazdıkça bittiği için malzemesini tazeleme ihtiyacındadır o. Kendi birikimiyle edindiği bu malzemeyi estetikle yoğurduğunda özgün bakış açıları ortaya çıkar. Bu bakımdan o bir deniz feneri gibidir. İkincisi de dilini, Türkçeyi çok iyi bilecek okuyucusu, dilin bütün imkânlarının, hatta daha fazlasının kullanıldığı metinlerinden zevk alacaktır. Üçüncüsü, yazdıklarına şaka veya nükte katabilecek güçte olmasıdır. Dolu bir beyin, güzel bir Türkçe ve şakacı bir üslup kadar okuyucuyu kavrayacak bir şey yoktur. Dördüncüsü de yazarın sadece dille değil, zamana, olaylara, şahıslara yaklaşımı ile kendine özgü bir üslup sahibi olmasıdır. Onu farklı ve vazgeçilmez kılan üsluptur okuyucusunun gözünde. Farklı olmak, değerli olmak, yazmak için yeterli değil midir? Burnunuza dikkat edin, biraz büyümüşse yazmayın!
Yazmanın şartları yoksa yazma eylemi gerçekleşemez mi? Yani "Aç maymun oynamaz mı?" Oynar elbette. Dünyada birçok yazar, mesela çok sevdiğim Martin Eden'in yazarı Jack London, Türklerin dünya çapındaki yazarlarından Cengiz Dağcı, şairlerinden Mehmet Akif Ersoy tabir yerindeyse açken yazmışlardır. London bir gemi tayfası, Dağcı bir garsondu. Akif' kağıt bulamadığı için kaldığı evin duvarına kömürle yazmıştı İstiklal Marşı'mızın ilk kıtalarını ve ihtimal beş parasızdı. “Yazarın hayatını idame ettireceği bir imkânı yoksa nasıl yazsın; yazmak para kazandırıyor mu ki, yazsa noolcak?” dediğinizi duyar gibiyim. Sabırsızsanız ben ne yapabilirim?
Yazar çevresince takdir edilmiyorsa yazamaz, buna katılırım. Ailesi, eşi dostu hatta yayıncısı onu takdir ve teşvik etmezse yazarın işi elbette zordur ama büyüklük, bunlar olmadan da yazabilmektedir. Her yazarı teşvik eden Kemal Çapraz gibi, Behçet Kemal Gürsoy, Feridun Yıldız gibi yayın yönetmenleri bulmak elbette zordur. Bu doğal besin, yazara hava kadar, su kadar, yemek kadar lazım bir nesnedir. Olmazsa artık yazar olmuş olanlar müstesna, genç yazarın hayat bulması zordur.
Nihayet yazar, usta bir yazar olmadan önce, yazmaya başlamamışsa yahut yazdıkları bir yayın organında yayınlanmamışsa yazamaz. Bu yayın organının yaygın olup olmamasının zerrece bir önemi yoktur. Sen yaz ki yazdıklarının bir şeye benzeyip benzemediği, ne mal olduğu ortaya çıksın. Sağda solda yazar sıfatıyla ahkâm kesmek kolay. Yazsana! Yazdığın zaman sepetinde ne kadar pamuğun olduğu görülür. Yazdıklarının kalitesi ortaya çıkar. Kaliten, senin konuşmaya da hakkın olup olmadığını ortaya koyacaktır. Yaz ki senin ne kıratta olduğunu ortaya koyacak, yazacak, belki de konuşacak birileri çıksın. Senin kıratını ortaya koyacak birisi çıkmıyor ve sen hâlâ yazıyorsan, iki şık geçerli: Ya sen ipe sapa gelmez şeyler yazıyorsun yahut da gerçek eleştirmenler yok, yetişmemiş. Eleştirisi, eleştirmeni olamayan edebiyatımızın vay haline! Yazarak edebiyatımızın eleştiriye ihtiyacını da ortaya koymuş olmayacak mısın?
Yazmaya başlamış, yazdıkları yayınlanmış, okuyucu tepkilerini öğrenmeye başlamış yazarı en önemli meselesi okuyanların azlığıdır. O yazmanın zevkini almıştır okuyucu avına çıkmış ama okuyucu azlığı, olmayışı onu zincire vurulmuşa döndürür. Daha geniş bir okuyucu kitlesine yazdıklarını ulaştıracak bir ortam, bir yayın evi, bir gazete, bir dergi, bir örütbağ sayfası bulamazsa ondan yazmasını beklemeyin. Kabuğuna çekilmeye hazırdır artık. Türkiye'de, Basın'ın şişirdiği üç beş yazardan fırsat bulup okuyucuya ulaşmak da neredeyse imkânsızdır. Birkaç yayın evi genç yeteneklere, dolu beyinlere fırsat sunar. Hâlbuki gerçek yazarlar bu fırsatları takip edecek durumda değildir. Onun işi yazmak... İş kovalamak değil ki. Tabi o fırsatlar da kaçıp gider.
Yazdıklarını iyi bir yayın evine gönderen çok uzun denilebilecek bir süre yayın evinden heyecanla haber bekler. Genellikle gelen cevap olumsuzdur milli duruşlu, tanınmamış yazarlar için. Editör(!) bir kenarda unutmayacak, keyfi yerinde olacak, konuyu bilecek, eseri değerlendirebilecek olgunlukta olacak, eseri ticari bulacak vs. Zordur olumlu cevap almak. Diyelim ki olumlu cevap aldınız. Yayın evi küçük ve imkânları da kısıtlıysa yayın sırasına konur eser. Bekle Allah bekle! Yayın evini arasan bir türlü, aramasan bir türlü. Farz edelim ki kitabınız basıldı, matbaadan çıktı. Yayın evinin imkânları kısıtlıysa, dağıtım ağına, sokamaz. Aracı dağıtıcılar da altı ayda mı, bir yılda mı yayın evinin parasını vermediği için kısa zamanda yayın evine top attırırlar. Dağıtım ağına reklamsız sokulan kitaplar okuyucunun dikkatini çekmez. Okuyucuya kitabı fark ettirmeniz gerekir. Okuyucuya kitabı fark ettirmek için kitapçılara gidip kitabınızı ön raflara koymak istersiniz, bırakmazlar. Reklamı yapılmayan hiçbir mala rağbet edilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerin köşe başlarını tutmuş birkaç kitap eleştirmeni ancak belli yazarların kitaplarına geçit verir. Böyle bir ortamda yazarın tanınması, okunması zordur. Edebiyat dergileri, örütbağ sayfaları da kitabı tanıtmıyorsa o kitabın vay haline, unutulmaya adaydır. Yazarın gönlünü hoş etmekten başka bir işe yaramaz yayınlanmış olması. Bu durumda birileri çıkıp, değeri bilinmeyen kitap ve yazarıyla ilgili üç beş laf eder, kitabı tanıtır, kitapla ilgili bir eleştiri yazısı yazarsa belki yeni bir şansı olur yazarın. Bu tür yazıları yazacak olanların da kitabınızı görmesi, vakit ayırması, dikkatini vermesi gerekir. Elden ele dağılacak bu yazılar, meraklılarına bir şekilde ulaşacaktır.
Ülkemizin nüfusu düşünüldüğünde okuyanımız pek azdır. Diyelim ki kitaptan okuyucunun haberi oldu. Okumaya niyet etti, parası olmalıdır ki kitabı edinebilsin. Baş döndürücü bir dünyada, çalışma ve koşturmadan fırsat bulup kitabı aldı, okudu. Bu okuyucunun, yazara “Eline sağlık, çok güzel bir kitap yazmışsın!” demeyecektir. Buna zamanı yoktur. Olsa da böyle şeylerin önemi aklına gelmez bile. Bu süreçte yazar, yeni bir esere başlamak yerine yazdıklarından gelecek tepkileri beklemektedir. Eli, kalemi yeni bir eseri yazmaya gitmez. Okuyucusundan gelecek övgüleri beklemektedir. Yazsam ne olacak? diyen yazarın ilacı, eczane raflarında bekleyen ilaç gibidir. Bir tek kişi bile olsa yeterlidir onun için. Bu konuda böyle düşünen yazardan farklı düşünüyorum. Bu takdir ve teşviği beklemeden yazmalısın. Çünkü –üzülerek söyleyeyim- bu eleştiri gelemeyebilir de. Okuyanın artması, iyi kitaba değer veren iyi okuyucuların çoğalması, iyi eserlerin yazılmasına bağlıdır. Öyleyse yazdıklarını takdir edecek okuyucuları bulmak, yetiştirmek için yazmalısın. Yazsan şu olacak: Yazmak boşalmaktır. Boşalmak için önce dolman gerekecek, bunun için bol bol okuyacaksın. Yani önce kendin iyi eserlere ulaşacaksın. Ulaştığında da -eşek değilsen eğer- okuduğun eseri yazan yazarı eleştirecek, eserin beğendiğin, beğenmediğin yanlarını tenkit edeceksin. Tabii o yazar da bir başka yazarla karşı karşıya olduğunu görecek ve takdirini esirgemeyecek. Özetle, okuyucunu, eleştirmenini kendi kendine bulacaksın.
Bu süreçte yazdıkların hiç okunmuyor olamaz. Mutlaka okunuyor. En azından yayınevinin yayın yönetmeni, düzeltmeni, sahibi vs. okudu eserini. Bir kişiye bile yazdıkların ulaştıysa, ki ulaştı, gam yeme. O bir kişi senden aldıklarıyla güzelliklere vesile olacaktır. Takdir edilmek, fark edilmek istiyordun, olmadı ama bu, bundan sonraki eserlerinde gerçekleşmeyecek anlamına gelmez.
Belki de yazdıklarını iyice demlenmeden, ayıklanmadan, eleştiri süzgecinden geçirmeden, hiç de az olmayan dikkatsiz yayın yönetmenleri sayesinde, okuyucunun karşısına çıkardın? Tedavisi, yazdıklarınızı ehil dostlarınıza okutup tavsiyelerine kulak vermeden önce, kimsenin başını ağrıtmadan, iyice demlendirip öyle görücüye çıkmanızdır. Nice güzel eserler, küçük dikkat eksiklikleri yüzünden heba olur. Yazdıklarını on kere oku, on kere okut. Hatalarını, sevaplarını sana söyleyebilecek gerçek dostların olsun. Öyle bir yayın eviyle çalış ki düzeltmeni tek bir imlâ hatası bırakmasın yazdıklarında. Kitabının kapağıyla, iç kapağıyla bizzat ilgilen. Unutma ki estetiği yüksek kitaplar okuyucuyu yakalar. Kitabının her şeyiyle ilgili ol. Yayın evine çok az iş bırak. Çünkü yayın evleri bu konuda tembeldir, asıl mesailerini kitabını dağıtım ağına sokmak ve dönecek hesaplara ayırmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca hazıra konmayı da sevdiklerini düşün.
Yazdıkların zülfüyara dokunuyorsa, ikaz, tehdit, küfür ve dayaktan başlayan, hapislere uzanan bir süreci de yaşayabilirsin. Olsun. Bunların her birinin yaşatacağı kendine has sıkıntıları, acıları, duygu ve düşünceleri vardır. Bunları öğrenmiş olursun. Kolayca “Büyük yazar” olunmuyor. Hiç olmazsa bu konuları yazarken işkembeden sallamamış, yaşayarak, bilerek yazmış olursun. Yazdıkça kimlerle aşık attığını, dans ettiğini, kimin ayağının nasırına bastığını göreceksin. Bundan keyif alacaksın. Seni oradan buradan; ocaktan bucaktan; partiden purtudan arayacaklar, şöyle yazsaydın keşke filan diyecekler; eksiklerini göreceksin! Yazmak düşman kazanmaktır. Dostlarını bile incitmen mümkündür yazarken. Ama onların gönüllerini almak yazarlar için daha kolaydır; yazdıkları şiir, makale, deneme, hikâye veya romanlarının içine müspet bir şahıs olarak giriverdiklerini görünce her şeyi unutacaklardır.
İşin keyifli tarafı şudur: Yazdıkça diğer yazarlarla tanışacaksın. Yazarları ve yazar geçinenleri göreceksin. Sen hangisi olmak istiyorsun, ona karar vereceksin. Gerçek yazar mı, uyduruk yazar mı olacaksın yerini belirleyeceksin. Az şey midir bu?
Genç adam, yaz! Yazmakla yazar olunamasa bile etrafında okuyan yazan adam olarak görülürsün. Herkes sana fikrini sorar. Danışılan adam olursun. Bu da bir şeydir. Yaz! Sana “deli” desinler. “Yazmakla bir şey olacak sanki!” desinler. Sen yazmaya devam et. Seni okuyacak bir kişi bile varsa ki en kötü ihtimalde bile vardır, sen iyi bir yazarsın. O bir kişi için yazmaya devam etmelisin. Şairini dediği gibi:
Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize
(Atsız/Yolların Sonu)
Ben bütün bu sıkıntılara niye katlanayım? dediğini duyar gibiyim. Dostum, insanız biz. Atalar, “At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır.” demiş. Sadece bugün için duygu, düşünce ve bilgilerimizi paylaşmak, tanınmak, takdir edilmek istemiyoruz. Geleceğe bir şeyler bırakmak istiyoruz. Amel defterimiz açık kalsın istiyoruz. Yazdıklarımız suya yazılmıyor, kâğıda yazılıyor. Geleceği bırakacağımız en büyük miras, çocuklarımızdan sonra, eserlerimizdir. Bugün o bir tek okuyucuyu, eleştirmeni bulamamışsak, gelecekte bulma ümidimiz olmalı. Unutmadan, bir gün kitabını sahaflarda kelepir kitaplar arasında görürsen de üzülme. Kime imzaladığına bak sadece. Kimler için kitap imzalamaman gerektiğini öğrenmiş olursun.
İşte böyle dostum. Karamsar olma. Dolusun. Kendini az çok yetiştirmişsin. Bu bilgileri okuduklarınla, gözlemlerinle, dikkatinle her gün daha da geliştiriyorsun. Kendini koyuverme! Yazmaya devam et. Yazdıkça daha çok insan olduğunu, daha iyi insan olduğunu hissedeceksin. Kendini daha iyi tanıyacak, dünyayı daha fazla anlamlandıracaksın. Bir gün gelecek, bu emeklerin karşılıksız kalmayacak. Bir okuyucu gelecek, eserini alacak, bir satırının altını çizecek ve “Buldum, işte bu!” diyecek, senden söz edecek veya etmese bile sen bunu hissedeceksin.
Yazarsan iyi olacak.
Sözüm size, bize, hepimize.
Haydaa! Ne mi olacak? Kuzum, yazmayanlara bir şey mi oluyor da sen bu soruyu soruyorsun? Tamam, yazınca, hem de etkili bir şeyler yazınca başına altından bir taç kondurmuyorlar. Yazarlık, şairlik günümüzde beş para etmiyor. Doğru lakin meseleye farklı cephelerden bakılmalı. Mesela yazmak, kendini ifade etmek; kendini inşa etmek değil mi?
Anlamlandıramadığımız dünyayı, âlemleri, olayları insanları çözümlemek istiyoruz. Bu aslında kendini tanıma ile başlayan bir inşa süreci. Sen kendini yeni inşaya başlayanlardan mı yoksa kendimi inşa ettim, diyenlerden misin? Dur, bana kulak ver. Sözlerim hepimize.
Yazma, bir nevi kendini biçimlendirme yolu. Yazmak için önce yazma ihtiyacı hissediyorsun. Yazdıkça kendin oluyorsun. Bir yetenek midir? Doğuştan da gelebilir, sonradan da edinilebilir yazma isteği, becerisi... İnsanın görgüsü, bilgisi, yaşadığı olaylar onu yazmaya itebilir. Okuduklarında rastladığı bir kırıntı kişiyi kanatlandırabilir. Güzel düşünüp konuştuğunu söyleyen bir öğretmeni "Neden Yazmıyorsun? Sen şiir, hikâye, roman yaz!" diyerek onu ateşlemiş olabilir. Hatta okuduğu eserler, aldığı eğitim yazmaya zorlayabilir de. Yazmaya bunlar değil de gençlik duyguları, sevgiler, karşılıksız aşkları, reddedilme, hayal kırıklığı da yol açmış olabilir. Yaşanan bir felaket onu intihar etmek yerine yazmaya sevk etmiştir, belki de. Ulaşılamayan hedefler, mutsuz evlilikler, sonuçsuz koşular, anlaşılamamak, savaşlar, fakirlik... Daha birçok sebep insanı yazar yapmaya yetebilir. Sen bunların yazıya geçirilmesini, tarihe bir not düşülmesini az şey mi sanıyorsun? Diğer insanlar bundan kendisine göre dersler çıkarır, yaşanmış şeyler sıkıcı, rehbersiz, başıboş hayatında ona yol gösterir.
Yazmaya başlamanın sebepleri ne olursa olsun yazar için dört nokta çok önemli: Yazar dolu olacak, anlatacağı şeyler olacak, olmazsa daima kendini her dem yeniden doldurmayı bilecek; okuyacak, gezecek, görecek, gözlem yapacak, malzeme biriktirecektir. Yazdıkça bittiği için malzemesini tazeleme ihtiyacındadır o. Kendi birikimiyle edindiği bu malzemeyi estetikle yoğurduğunda özgün bakış açıları ortaya çıkar. Bu bakımdan o bir deniz feneri gibidir. İkincisi de dilini, Türkçeyi çok iyi bilecek okuyucusu, dilin bütün imkânlarının, hatta daha fazlasının kullanıldığı metinlerinden zevk alacaktır. Üçüncüsü, yazdıklarına şaka veya nükte katabilecek güçte olmasıdır. Dolu bir beyin, güzel bir Türkçe ve şakacı bir üslup kadar okuyucuyu kavrayacak bir şey yoktur. Dördüncüsü de yazarın sadece dille değil, zamana, olaylara, şahıslara yaklaşımı ile kendine özgü bir üslup sahibi olmasıdır. Onu farklı ve vazgeçilmez kılan üsluptur okuyucusunun gözünde. Farklı olmak, değerli olmak, yazmak için yeterli değil midir? Burnunuza dikkat edin, biraz büyümüşse yazmayın!
Yazmanın şartları yoksa yazma eylemi gerçekleşemez mi? Yani "Aç maymun oynamaz mı?" Oynar elbette. Dünyada birçok yazar, mesela çok sevdiğim Martin Eden'in yazarı Jack London, Türklerin dünya çapındaki yazarlarından Cengiz Dağcı, şairlerinden Mehmet Akif Ersoy tabir yerindeyse açken yazmışlardır. London bir gemi tayfası, Dağcı bir garsondu. Akif' kağıt bulamadığı için kaldığı evin duvarına kömürle yazmıştı İstiklal Marşı'mızın ilk kıtalarını ve ihtimal beş parasızdı. “Yazarın hayatını idame ettireceği bir imkânı yoksa nasıl yazsın; yazmak para kazandırıyor mu ki, yazsa noolcak?” dediğinizi duyar gibiyim. Sabırsızsanız ben ne yapabilirim?
Yazar çevresince takdir edilmiyorsa yazamaz, buna katılırım. Ailesi, eşi dostu hatta yayıncısı onu takdir ve teşvik etmezse yazarın işi elbette zordur ama büyüklük, bunlar olmadan da yazabilmektedir. Her yazarı teşvik eden Kemal Çapraz gibi, Behçet Kemal Gürsoy, Feridun Yıldız gibi yayın yönetmenleri bulmak elbette zordur. Bu doğal besin, yazara hava kadar, su kadar, yemek kadar lazım bir nesnedir. Olmazsa artık yazar olmuş olanlar müstesna, genç yazarın hayat bulması zordur.
Nihayet yazar, usta bir yazar olmadan önce, yazmaya başlamamışsa yahut yazdıkları bir yayın organında yayınlanmamışsa yazamaz. Bu yayın organının yaygın olup olmamasının zerrece bir önemi yoktur. Sen yaz ki yazdıklarının bir şeye benzeyip benzemediği, ne mal olduğu ortaya çıksın. Sağda solda yazar sıfatıyla ahkâm kesmek kolay. Yazsana! Yazdığın zaman sepetinde ne kadar pamuğun olduğu görülür. Yazdıklarının kalitesi ortaya çıkar. Kaliten, senin konuşmaya da hakkın olup olmadığını ortaya koyacaktır. Yaz ki senin ne kıratta olduğunu ortaya koyacak, yazacak, belki de konuşacak birileri çıksın. Senin kıratını ortaya koyacak birisi çıkmıyor ve sen hâlâ yazıyorsan, iki şık geçerli: Ya sen ipe sapa gelmez şeyler yazıyorsun yahut da gerçek eleştirmenler yok, yetişmemiş. Eleştirisi, eleştirmeni olamayan edebiyatımızın vay haline! Yazarak edebiyatımızın eleştiriye ihtiyacını da ortaya koymuş olmayacak mısın?
Yazmaya başlamış, yazdıkları yayınlanmış, okuyucu tepkilerini öğrenmeye başlamış yazarı en önemli meselesi okuyanların azlığıdır. O yazmanın zevkini almıştır okuyucu avına çıkmış ama okuyucu azlığı, olmayışı onu zincire vurulmuşa döndürür. Daha geniş bir okuyucu kitlesine yazdıklarını ulaştıracak bir ortam, bir yayın evi, bir gazete, bir dergi, bir örütbağ sayfası bulamazsa ondan yazmasını beklemeyin. Kabuğuna çekilmeye hazırdır artık. Türkiye'de, Basın'ın şişirdiği üç beş yazardan fırsat bulup okuyucuya ulaşmak da neredeyse imkânsızdır. Birkaç yayın evi genç yeteneklere, dolu beyinlere fırsat sunar. Hâlbuki gerçek yazarlar bu fırsatları takip edecek durumda değildir. Onun işi yazmak... İş kovalamak değil ki. Tabi o fırsatlar da kaçıp gider.
Yazdıklarını iyi bir yayın evine gönderen çok uzun denilebilecek bir süre yayın evinden heyecanla haber bekler. Genellikle gelen cevap olumsuzdur milli duruşlu, tanınmamış yazarlar için. Editör(!) bir kenarda unutmayacak, keyfi yerinde olacak, konuyu bilecek, eseri değerlendirebilecek olgunlukta olacak, eseri ticari bulacak vs. Zordur olumlu cevap almak. Diyelim ki olumlu cevap aldınız. Yayın evi küçük ve imkânları da kısıtlıysa yayın sırasına konur eser. Bekle Allah bekle! Yayın evini arasan bir türlü, aramasan bir türlü. Farz edelim ki kitabınız basıldı, matbaadan çıktı. Yayın evinin imkânları kısıtlıysa, dağıtım ağına, sokamaz. Aracı dağıtıcılar da altı ayda mı, bir yılda mı yayın evinin parasını vermediği için kısa zamanda yayın evine top attırırlar. Dağıtım ağına reklamsız sokulan kitaplar okuyucunun dikkatini çekmez. Okuyucuya kitabı fark ettirmeniz gerekir. Okuyucuya kitabı fark ettirmek için kitapçılara gidip kitabınızı ön raflara koymak istersiniz, bırakmazlar. Reklamı yapılmayan hiçbir mala rağbet edilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerin köşe başlarını tutmuş birkaç kitap eleştirmeni ancak belli yazarların kitaplarına geçit verir. Böyle bir ortamda yazarın tanınması, okunması zordur. Edebiyat dergileri, örütbağ sayfaları da kitabı tanıtmıyorsa o kitabın vay haline, unutulmaya adaydır. Yazarın gönlünü hoş etmekten başka bir işe yaramaz yayınlanmış olması. Bu durumda birileri çıkıp, değeri bilinmeyen kitap ve yazarıyla ilgili üç beş laf eder, kitabı tanıtır, kitapla ilgili bir eleştiri yazısı yazarsa belki yeni bir şansı olur yazarın. Bu tür yazıları yazacak olanların da kitabınızı görmesi, vakit ayırması, dikkatini vermesi gerekir. Elden ele dağılacak bu yazılar, meraklılarına bir şekilde ulaşacaktır.
Ülkemizin nüfusu düşünüldüğünde okuyanımız pek azdır. Diyelim ki kitaptan okuyucunun haberi oldu. Okumaya niyet etti, parası olmalıdır ki kitabı edinebilsin. Baş döndürücü bir dünyada, çalışma ve koşturmadan fırsat bulup kitabı aldı, okudu. Bu okuyucunun, yazara “Eline sağlık, çok güzel bir kitap yazmışsın!” demeyecektir. Buna zamanı yoktur. Olsa da böyle şeylerin önemi aklına gelmez bile. Bu süreçte yazar, yeni bir esere başlamak yerine yazdıklarından gelecek tepkileri beklemektedir. Eli, kalemi yeni bir eseri yazmaya gitmez. Okuyucusundan gelecek övgüleri beklemektedir. Yazsam ne olacak? diyen yazarın ilacı, eczane raflarında bekleyen ilaç gibidir. Bir tek kişi bile olsa yeterlidir onun için. Bu konuda böyle düşünen yazardan farklı düşünüyorum. Bu takdir ve teşviği beklemeden yazmalısın. Çünkü –üzülerek söyleyeyim- bu eleştiri gelemeyebilir de. Okuyanın artması, iyi kitaba değer veren iyi okuyucuların çoğalması, iyi eserlerin yazılmasına bağlıdır. Öyleyse yazdıklarını takdir edecek okuyucuları bulmak, yetiştirmek için yazmalısın. Yazsan şu olacak: Yazmak boşalmaktır. Boşalmak için önce dolman gerekecek, bunun için bol bol okuyacaksın. Yani önce kendin iyi eserlere ulaşacaksın. Ulaştığında da -eşek değilsen eğer- okuduğun eseri yazan yazarı eleştirecek, eserin beğendiğin, beğenmediğin yanlarını tenkit edeceksin. Tabii o yazar da bir başka yazarla karşı karşıya olduğunu görecek ve takdirini esirgemeyecek. Özetle, okuyucunu, eleştirmenini kendi kendine bulacaksın.
Bu süreçte yazdıkların hiç okunmuyor olamaz. Mutlaka okunuyor. En azından yayınevinin yayın yönetmeni, düzeltmeni, sahibi vs. okudu eserini. Bir kişiye bile yazdıkların ulaştıysa, ki ulaştı, gam yeme. O bir kişi senden aldıklarıyla güzelliklere vesile olacaktır. Takdir edilmek, fark edilmek istiyordun, olmadı ama bu, bundan sonraki eserlerinde gerçekleşmeyecek anlamına gelmez.
Belki de yazdıklarını iyice demlenmeden, ayıklanmadan, eleştiri süzgecinden geçirmeden, hiç de az olmayan dikkatsiz yayın yönetmenleri sayesinde, okuyucunun karşısına çıkardın? Tedavisi, yazdıklarınızı ehil dostlarınıza okutup tavsiyelerine kulak vermeden önce, kimsenin başını ağrıtmadan, iyice demlendirip öyle görücüye çıkmanızdır. Nice güzel eserler, küçük dikkat eksiklikleri yüzünden heba olur. Yazdıklarını on kere oku, on kere okut. Hatalarını, sevaplarını sana söyleyebilecek gerçek dostların olsun. Öyle bir yayın eviyle çalış ki düzeltmeni tek bir imlâ hatası bırakmasın yazdıklarında. Kitabının kapağıyla, iç kapağıyla bizzat ilgilen. Unutma ki estetiği yüksek kitaplar okuyucuyu yakalar. Kitabının her şeyiyle ilgili ol. Yayın evine çok az iş bırak. Çünkü yayın evleri bu konuda tembeldir, asıl mesailerini kitabını dağıtım ağına sokmak ve dönecek hesaplara ayırmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca hazıra konmayı da sevdiklerini düşün.
Yazdıkların zülfüyara dokunuyorsa, ikaz, tehdit, küfür ve dayaktan başlayan, hapislere uzanan bir süreci de yaşayabilirsin. Olsun. Bunların her birinin yaşatacağı kendine has sıkıntıları, acıları, duygu ve düşünceleri vardır. Bunları öğrenmiş olursun. Kolayca “Büyük yazar” olunmuyor. Hiç olmazsa bu konuları yazarken işkembeden sallamamış, yaşayarak, bilerek yazmış olursun. Yazdıkça kimlerle aşık attığını, dans ettiğini, kimin ayağının nasırına bastığını göreceksin. Bundan keyif alacaksın. Seni oradan buradan; ocaktan bucaktan; partiden purtudan arayacaklar, şöyle yazsaydın keşke filan diyecekler; eksiklerini göreceksin! Yazmak düşman kazanmaktır. Dostlarını bile incitmen mümkündür yazarken. Ama onların gönüllerini almak yazarlar için daha kolaydır; yazdıkları şiir, makale, deneme, hikâye veya romanlarının içine müspet bir şahıs olarak giriverdiklerini görünce her şeyi unutacaklardır.
İşin keyifli tarafı şudur: Yazdıkça diğer yazarlarla tanışacaksın. Yazarları ve yazar geçinenleri göreceksin. Sen hangisi olmak istiyorsun, ona karar vereceksin. Gerçek yazar mı, uyduruk yazar mı olacaksın yerini belirleyeceksin. Az şey midir bu?
Genç adam, yaz! Yazmakla yazar olunamasa bile etrafında okuyan yazan adam olarak görülürsün. Herkes sana fikrini sorar. Danışılan adam olursun. Bu da bir şeydir. Yaz! Sana “deli” desinler. “Yazmakla bir şey olacak sanki!” desinler. Sen yazmaya devam et. Seni okuyacak bir kişi bile varsa ki en kötü ihtimalde bile vardır, sen iyi bir yazarsın. O bir kişi için yazmaya devam etmelisin. Şairini dediği gibi:
Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize
(Atsız/Yolların Sonu)
Ben bütün bu sıkıntılara niye katlanayım? dediğini duyar gibiyim. Dostum, insanız biz. Atalar, “At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır.” demiş. Sadece bugün için duygu, düşünce ve bilgilerimizi paylaşmak, tanınmak, takdir edilmek istemiyoruz. Geleceğe bir şeyler bırakmak istiyoruz. Amel defterimiz açık kalsın istiyoruz. Yazdıklarımız suya yazılmıyor, kâğıda yazılıyor. Geleceği bırakacağımız en büyük miras, çocuklarımızdan sonra, eserlerimizdir. Bugün o bir tek okuyucuyu, eleştirmeni bulamamışsak, gelecekte bulma ümidimiz olmalı. Unutmadan, bir gün kitabını sahaflarda kelepir kitaplar arasında görürsen de üzülme. Kime imzaladığına bak sadece. Kimler için kitap imzalamaman gerektiğini öğrenmiş olursun.
İşte böyle dostum. Karamsar olma. Dolusun. Kendini az çok yetiştirmişsin. Bu bilgileri okuduklarınla, gözlemlerinle, dikkatinle her gün daha da geliştiriyorsun. Kendini koyuverme! Yazmaya devam et. Yazdıkça daha çok insan olduğunu, daha iyi insan olduğunu hissedeceksin. Kendini daha iyi tanıyacak, dünyayı daha fazla anlamlandıracaksın. Bir gün gelecek, bu emeklerin karşılıksız kalmayacak. Bir okuyucu gelecek, eserini alacak, bir satırının altını çizecek ve “Buldum, işte bu!” diyecek, senden söz edecek veya etmese bile sen bunu hissedeceksin.
Yazarsan iyi olacak.
Sözüm size, bize, hepimize.
11 Haziran 2012 Pazartesi
Ülkücü Aydın
11 Haziran 2012
Toplumun en geniş manasıyla ülkücülere ve ülkücü aydınlara her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Bu bakımdan Gazi Karabulut'unwww.haberiniz.com sitesinde yayınlanan Ülkücü aydın tiplemesi ile ilgili yazısını*, bir tartışmayı başlatması temennisiyle çok önemli buluyorum. Muhafazakar Sanat kavramı gibi doğuştan sakat bir kavram değil bu kavram. Ülkücüler ve ülkücülük var. Bir davranış şekli olduğu kadar bir iman üslubu olarak var. Dolayısıyla 'Ülkücü Aydın' da var ve bu kavramın açılımının üzerinde durulması gerekiyor.
Ülkücülüğü öcü gibi gösterenler, yok sayanlar ne yazık ki başlangıçtan beri başarılı olmuştur. Malum, ya en iğrenç ithamlarla karalanıyor, ya yok sayılıyor, görmezden geliniyordu yahut da en nezih solcu tiplerinin arasında boy gösteren kaba rollere soyundurulmuş bir dizi kahramanı konumuna sokuluyordu ülkücülük. Bu geçmişte de böyleydi bugün de böyle. Ülkücü Aydın'ın durumu da böyledir. Yok sayılmıştır. Var sayılıp, fikirleri sağlıklı bir tenkide tabi tutulmamıştır. Bu da hem Ülkücü Aydın'ın, hem de ülkücülerin karanlıkta kendi kendilerine yol bulmasını mecbur kılmıştır. Ülkücü Aydın, hiçbir yabancı ideoloji ile bağlantısı olmadan bu ülkenin şartlarından doğmuş, bu milletin zenginlikleriyle kendini beslemiş, sadece kalemini bu milletin menfaatlerine adamış aydındır, yüzde yüz bağımsızdır ve özgün fikirlerin sahibidir.
Ülkücü Aydın acaip bir nesnedir. Varlığı yokluğu tartışılır. Çünkü varlığı ve adı bizatihi ülkücüler tarafından bile bilinmez. Bir yerlerde duyulmuşluğu, görülmüşlüğü vardır, o kadar. Ülkücülerin yakından tanımadığı, eksikliğini de zaten pek hissetmediği bir konudur Ülkücü Aydın. Çünkü kavga gürültü arasında pek okumaya fırsat bulamasa da her ülkücü bir bayraktır, bir liderdir, bir ummandır. Ülkücüler ülkücü aydınları tanımaya fırsat da bulamamıştır. Dolayısıyla birtakım düşüncelerin mensuplarının, yazarların, çizerlerin, sanatçıların Ülkücü Aydın'ı ülkücülerden daha yakından tanımasına bilmesine imkan da yoktur. Belki bir ihtimal söz konusudur: Kazara ülkücü aydınların eserlerine ulaşmış bazı namuslu kalemler, milletimizin geldiği nokta için ülkücü aydınlarca önceden yapılan öngörülerin, teşhislerin varlığını ve doğruluğunu takdir etmişlerdir.
Gazi Karabulut "Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven, imanımız ve ahlakımızı ortaya koyan, taraftar veya muhalif algısına görüşlerini değersizleştirmeyen, fikirlerini beklentili siyasete kurban etmeyen aynı zamanda kendisini kişilere göre konumlandırmayan, ülkücü münevverlere ihtiyacımız olduğu aşikardır." derken bir Ülkücü Aydın tipi de çizmiş oluyor. Ona göre "...en büyük sıkıntı; yazan, çizen, düşünen arkadaşlarımızın kendilerini siyasi anlayışımızın beklentileri yada karşıtlığı şeklinde konumlandırmasında" yatıyor. "Bir fikir erbabımızın yazdığı yazı veya incelemesinin ardından “Acaba şu ne der, öbürü nasıl değerlendir?” gibi endişeler duyması, fikri gelişmişliğimize vurulabilecek en büyük darbedir diye düşünüyorum. " diyor. Karabulut'un bu tespitlerine katılmamak mümkün değil.
Ülkücü Aydın her şeyden evvel milletini, onun zenginliklerini, eksikliklerini, kusurlarını iyi tanıyan bir aydındır. Bu zenginlik ve kusurların kendinde de bulunduğunu bilir. Çünkü milletinin has evladıdır o. Dolayısıyla mütevazıdır. Ülkücü Aydın'ın ikinci hususiyeti başka milletleri, dünyada olup bitenleri, Türkiye'deki gelişmeleri, yazılanları çizilenleri iyi takip etmesidir. Bunu yaparken de yalancı gündemlerden kendini uzak tutar, milletinin gündemiyle meşgul olur, milletinin gündemini oluşturur. Yaptıklarını yeterli görmez, yapabileceklerinin peşinde olur. Ülkücü Aydın yanlış bulduğu her şeyi olumlu ve olumsuz taraflarıyla tenkit eder, kendisi de tenkide açıktır. Herkes hata yapabilir çünkü. Bu hataları yapanlar ülkücü hareketin geçmişte veya bugün mensubu da olmuş olabilir. Düzeltilmesi gereken eksiklilkleri de eğer kamuoyu önünde söylemesi gerekiyorsa mutlaka söyler. "Kim, ne der?" diye düşünmez; "Nasıl tedavi edebilirim, geliştirebilirim?" diye düşünür. Korkusuzdur, çünkü Ülkücülük ona göre her fanide bulunması gereken bir özelliktir, o da bütün ülkücüler gibi ülkücülüğün nimetine değil, külfetine taliptir. Hiçbir yazısında, çizisinde milletine hizmetten gayrı bir endişesi yoktur. Bir makam, mevki için kalemini oynatan şerefsizliğe tevessül etmez.
Ülkücü Aydın, belki de bütün bu sebeplerle yalnız kalmış, yalnızlığa karşı meydan okuyan bir aydındır. Her dönemde, özellikle Türk Milleti gibi yönetilenlerince sahipsiz bırakılmış milletlerin ülkücüleri, ülkücü aydınları olmaya devam edecektir. Böyle olunca da ülkücü aydın da konuşulacak, üzerinde düşünülecektir vesselam.
Sözüm size, bize, hepimize.
*http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi55632-Ulkucu_Aydin_Tiplemesi_Adina.html
Toplumun en geniş manasıyla ülkücülere ve ülkücü aydınlara her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Bu bakımdan Gazi Karabulut'unwww.haberiniz.com sitesinde yayınlanan Ülkücü aydın tiplemesi ile ilgili yazısını*, bir tartışmayı başlatması temennisiyle çok önemli buluyorum. Muhafazakar Sanat kavramı gibi doğuştan sakat bir kavram değil bu kavram. Ülkücüler ve ülkücülük var. Bir davranış şekli olduğu kadar bir iman üslubu olarak var. Dolayısıyla 'Ülkücü Aydın' da var ve bu kavramın açılımının üzerinde durulması gerekiyor.
Ülkücülüğü öcü gibi gösterenler, yok sayanlar ne yazık ki başlangıçtan beri başarılı olmuştur. Malum, ya en iğrenç ithamlarla karalanıyor, ya yok sayılıyor, görmezden geliniyordu yahut da en nezih solcu tiplerinin arasında boy gösteren kaba rollere soyundurulmuş bir dizi kahramanı konumuna sokuluyordu ülkücülük. Bu geçmişte de böyleydi bugün de böyle. Ülkücü Aydın'ın durumu da böyledir. Yok sayılmıştır. Var sayılıp, fikirleri sağlıklı bir tenkide tabi tutulmamıştır. Bu da hem Ülkücü Aydın'ın, hem de ülkücülerin karanlıkta kendi kendilerine yol bulmasını mecbur kılmıştır. Ülkücü Aydın, hiçbir yabancı ideoloji ile bağlantısı olmadan bu ülkenin şartlarından doğmuş, bu milletin zenginlikleriyle kendini beslemiş, sadece kalemini bu milletin menfaatlerine adamış aydındır, yüzde yüz bağımsızdır ve özgün fikirlerin sahibidir.
Ülkücü Aydın acaip bir nesnedir. Varlığı yokluğu tartışılır. Çünkü varlığı ve adı bizatihi ülkücüler tarafından bile bilinmez. Bir yerlerde duyulmuşluğu, görülmüşlüğü vardır, o kadar. Ülkücülerin yakından tanımadığı, eksikliğini de zaten pek hissetmediği bir konudur Ülkücü Aydın. Çünkü kavga gürültü arasında pek okumaya fırsat bulamasa da her ülkücü bir bayraktır, bir liderdir, bir ummandır. Ülkücüler ülkücü aydınları tanımaya fırsat da bulamamıştır. Dolayısıyla birtakım düşüncelerin mensuplarının, yazarların, çizerlerin, sanatçıların Ülkücü Aydın'ı ülkücülerden daha yakından tanımasına bilmesine imkan da yoktur. Belki bir ihtimal söz konusudur: Kazara ülkücü aydınların eserlerine ulaşmış bazı namuslu kalemler, milletimizin geldiği nokta için ülkücü aydınlarca önceden yapılan öngörülerin, teşhislerin varlığını ve doğruluğunu takdir etmişlerdir.
Gazi Karabulut "Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven, imanımız ve ahlakımızı ortaya koyan, taraftar veya muhalif algısına görüşlerini değersizleştirmeyen, fikirlerini beklentili siyasete kurban etmeyen aynı zamanda kendisini kişilere göre konumlandırmayan, ülkücü münevverlere ihtiyacımız olduğu aşikardır." derken bir Ülkücü Aydın tipi de çizmiş oluyor. Ona göre "...en büyük sıkıntı; yazan, çizen, düşünen arkadaşlarımızın kendilerini siyasi anlayışımızın beklentileri yada karşıtlığı şeklinde konumlandırmasında" yatıyor. "Bir fikir erbabımızın yazdığı yazı veya incelemesinin ardından “Acaba şu ne der, öbürü nasıl değerlendir?” gibi endişeler duyması, fikri gelişmişliğimize vurulabilecek en büyük darbedir diye düşünüyorum. " diyor. Karabulut'un bu tespitlerine katılmamak mümkün değil.
Ülkücü Aydın her şeyden evvel milletini, onun zenginliklerini, eksikliklerini, kusurlarını iyi tanıyan bir aydındır. Bu zenginlik ve kusurların kendinde de bulunduğunu bilir. Çünkü milletinin has evladıdır o. Dolayısıyla mütevazıdır. Ülkücü Aydın'ın ikinci hususiyeti başka milletleri, dünyada olup bitenleri, Türkiye'deki gelişmeleri, yazılanları çizilenleri iyi takip etmesidir. Bunu yaparken de yalancı gündemlerden kendini uzak tutar, milletinin gündemiyle meşgul olur, milletinin gündemini oluşturur. Yaptıklarını yeterli görmez, yapabileceklerinin peşinde olur. Ülkücü Aydın yanlış bulduğu her şeyi olumlu ve olumsuz taraflarıyla tenkit eder, kendisi de tenkide açıktır. Herkes hata yapabilir çünkü. Bu hataları yapanlar ülkücü hareketin geçmişte veya bugün mensubu da olmuş olabilir. Düzeltilmesi gereken eksiklilkleri de eğer kamuoyu önünde söylemesi gerekiyorsa mutlaka söyler. "Kim, ne der?" diye düşünmez; "Nasıl tedavi edebilirim, geliştirebilirim?" diye düşünür. Korkusuzdur, çünkü Ülkücülük ona göre her fanide bulunması gereken bir özelliktir, o da bütün ülkücüler gibi ülkücülüğün nimetine değil, külfetine taliptir. Hiçbir yazısında, çizisinde milletine hizmetten gayrı bir endişesi yoktur. Bir makam, mevki için kalemini oynatan şerefsizliğe tevessül etmez.
Ülkücü Aydın, belki de bütün bu sebeplerle yalnız kalmış, yalnızlığa karşı meydan okuyan bir aydındır. Her dönemde, özellikle Türk Milleti gibi yönetilenlerince sahipsiz bırakılmış milletlerin ülkücüleri, ülkücü aydınları olmaya devam edecektir. Böyle olunca da ülkücü aydın da konuşulacak, üzerinde düşünülecektir vesselam.
Sözüm size, bize, hepimize.
*http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi55632-Ulkucu_Aydin_Tiplemesi_Adina.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)