26 Eylül 2011 Pazartesi

Mehmet Akif ve Fetullah Gülen

26 Eylül 2011

Mehmet Akif, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919  yılında Samsun’da başlattığı Milli  Mücadele hareketine fiilen katılmış, bir kısım aydınlar mandacılığı tartışırken O  Anadolu’ya milletinin yanına koşmuştur. Özellikle  camilerde yaptığı konuşmalarla  halkı birliğe, beraberliğe, milli uyanışa davet etmiştir. Akif bu konuşmaların en önemlilerinden birini Kastamonu’da tarihi Nasrullah camiinde19 Kasım 1920 tarihinde yapmıştır. Sebilü’r-Reşad  dergisinin 25 Kasım 1920 tarihli 464. sayısında yayınlanan bu tarihi konuşmanın tam metni şöyledir:[1]

“Bismi'IIahi'r-Rahmani'r-Rahim 
"Ey iman etmiş Olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost edinmeyi­niz". (AI-i İmran suresi, 118. ayet) 
 Ayet-i Celiledeki "bitane" içli-dışlı görüşülen, kendi­sine her türlü esrar tevdi edilen samimi dost, yar u can, arkadaş, sırdaş manalarınadır. Öyle "bitane" ki, “ sizlere karşı zarar vermekten, aranıza fitneler, fesatlar sokmaktan hiçbir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiçbirini sizden esirgemezler”. “Sizin sıkıntılara, musibetlere, felaketlere uğramanızı isterler”. “Görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor”. “Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler garazlar, husumetler, o bir türlü zapt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları nefret ve düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir”.“Bizler, size her biri hikmetin kendisi, tam manasıyla ibret olan ayetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer; hayrını, şerrini düşünür, aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin ge­reğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette felah bulursunuz.”
Ey Müslümanlar. Sizin için bu Ayet-i Celileye uymaktan başka selamet yolu yoktur. Takib edilecek davranış, siyaset kuralı tamamıyla bu Ayet-i Celilenin içindedir. Bundan dolayı yüce manasını bir kerede toplayıp ifade edelim. Cenabı Hak buyuruyor ki: "Ey mü'minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hu­susta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı milletleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş olarak kabul etmeyiniz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz, göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına. asla kapılmayınız. Onların, gece-gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yok olmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık, o.kadar dehşetli ki, bir türlü zaptedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumeti, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir; ondan çok fazladır, çok şiddetlidir.  İşte bütün gerçekleri Ayet-i Celilemizle sizlere açıktan açı­ğa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insan­larsanız, eğer dünyada ve ahirette aşağılık olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim Ayet-i Celilemiz gereğince hareket ederek felah bulursunuz. Bu Ayet-i Celile Al-i İmran suresindedir. Tevbe suresinde de: Meali Celili: “Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden, Hak yolunda savaşanları, Allah ile O’nun Resul-i Muhtereminden, bir de müminlerden başkasını kendisine dost kabul etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başıboş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?”  (Tevbe süresi, 16. ayet)
Bu iki Ayet-i Celileden başka: Tevbe suresi, 73.ayet, Tevbe suresi, 123. ayet, Bakara suresi, 120. ayet, Maide suresi, 54 ayet gibi diğer Ayet-i Kerimeler daha vardır ki aynı ruhtadır.Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı okurken bu gibi Ayet-i Celileye geldikçe acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan milletler hakkında daha merhametkar olmak icap etmez miydi gibi düşüncelere dalardım. Gerçi bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını biliyordum. Lakin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar, hayli uğraşmalara mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı ne idi?
 Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa kamuoyu nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terakkiyatı, kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele ediplerinin ahlaki, insani, içtimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Yazarlarının ahlak ve insanlık değerlerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itiba­ren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, ben­zeyiş olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna bulaşan bu sapma, bu hata bir zamanlar hana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi; tecrübem arttı, özellikle Avrupa'yı, .Asya'yı, Afrika'yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakk'a tevbeler ettim. 
Dünyada, Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa, o da millet büyüklerinden fazıl, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslam Âleminin en fedakâr, en faziletli erkânından Mısır’lı Prens Abbas Halim paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki: 
"Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır'dan tanırım. İrfanına, yüce büyüklüğüne hayran olurdum. Bir aralık Fransa'ya uğramıştım. Paris'te ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki; "Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, Batının ilmine fennine cidden vakıf ender yaratılışlı bir kişisin. Yakinen gördüğün şeyler tabidir ki tecrübeni, görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim; Avrupalıları nasıl buldun?" 
- Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır. 
Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini, kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inan­mamalı, asla kapılmamalıdır. Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Görünüşte dinsiz geçinirler. Hürriyet, vicdan diye kâinatı aldatıp duruyorlar. Hele, biz Müslümanları, biz doğuluları taassupla itham ederler, dururlar! Heyhat! Dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır. Gerçek, Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki, o da Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.
Ey cemaati Müslimin!
 Bilirim ki, bu sözlerim sizin, senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir, iki misal getirmek icap ediyor. 
 Bilirsiniz ki, bizim 1. Cihan Savaşına girmemizden en çok faydalanmış olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki, ben, bu kürsüde 1. Dünya Savaşına girmek mi lazımdı, girmemek mi daha iyi idi, girmeden durabilir miydik, biraz daha geç mi girmemiz uygun olurdu gibi meselelerin hiç birini konu edecek deği­lim. O, benim konumun, salahiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a var ki, biz, Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce ocak sön­dü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın bütün dünyadaki milletlerin, kendilerine harb ilan ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün­ kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün yazarlarıyla bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat bu 1. Dünya Savaşının ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Alman hükümeti bize dedi ki: 
- Bizim millet meclisindeki, bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi medeni, fende ileri bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir? Diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz, onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki, Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında belli olsun.
Almanya hükümeti haklıydı. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık, vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları, hele müsteşrik (şarkiyatçı) denilip de doğu lisanlarına, doğu ilim ve fennine, doğu ahlak ve âdetine vakıf geçinen adamları, mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz, o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamıyla başarılı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu ya­man! Kökleşmiş bir takım kanaatler, hakkı görmelerine mani oluyor.
Harb esnasında bilirsiniz ki, Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz, gönülleri temiz Müslümanlar, İslam Halifesinin müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki, hükümet merkezinin, yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesiymiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa. Kudüs-i Şerifi bizim elimizden gasb ettikleri zaman bu felaket 1. Dünya Savaşı üzerine büyük bir tesir yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması sa­vaş terazisini düşmanlarımızın tarafına iyice ağdırmıştı. Bununla beraber müttefikimiz olan Almanlarla yine Alman'dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi. 
Ey cemaati Müslimin! 
İşe bakın ki, "Kudüs velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş, bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da, hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin" diyerek Viyanalılar şehir ayini yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı engelleyip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taas­subun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur. 
Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde, Kastamonu'nun en şerefli bir camisinde görüyorsunuz ya kaç saflık cemaat bulunuyor! 
Dünyanın en mamur, en ilerlemiş, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü, büyük kiliseler hıncahınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati halktan ibaret zannetmeyin. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş. Halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gidiniz. Şayet cu­martesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa, dini bir gün olan pazar günlerinde hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar. 
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki:
— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. Newyork'ta bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki-üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. N e oluyoruz diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki, otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı, benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlaksızlığımı, kısacası hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların ulularından, yani velilerinden birisinin gecesiymiş. O geceyi, o veliye hür­meten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak, Allah saklasın küfür derecesinde günahmış!
Arttık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden, kastım olmaksızın meydana geldiğini, anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.
Ey cemaati Müslimin! 
Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları; sarhoş naraları duyulduğu nadir vak'alardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar; dine bağlılık meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları do­lar. Müslümanlara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan faydalanılarak, kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan insan yaratıklarının insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının bir Doğuluyu hele, bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların, bu hislerini canlandırır dururlar.
Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor. Lakin bu heriflere karşı olan düşmanlığımızı hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza; bize Allah'ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar; alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farzı ayindir. Mademki, edayı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır. O halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa, hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerinin her birine farzı ayindir. Ne hacet!
"Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, ha­zırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız" (Enfal Suresi 60) 
Emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız?  Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, bölücülükleri, komitacılıkları, daha bin türlü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsınız. Toplar, tüfekler, zırhlılar, trenler, limanlar, yollar, uçaklar, vapurlar. Kısacası düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar Müslümanın bir kaç milyon firenke esir olmasını temin eden sebep ve vasıta ancak cemiyetler, şirketler tara­fından meydana getirilebilir. Demek Müslümanlar, Allah'ın, Kitabullah'ın, Resulullah'ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe; cemaate sarılmadıkça ahi retlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, yardımlaşma. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah'ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize, hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu; her fırsattan faydalanarak bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani va­tanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek birleşiriz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açık gözlü bulunmamız lazım gelir 
Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı Hakk,  ''Mü'minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye, geliyoruz. Allah'ın huzurunda birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarı fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigane kesiliyoruz. Ayet-i Kerime var, birçok hadis-i şerif var ki, Müslüman fertlerinden biri, diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların sevinci ile sevinmedikçe, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir." buyuran Resul-i Hakîm Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki, "dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben, onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların hepsi o, hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi, bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil. 
"Bir mü'minin diğer mü'mine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir, öyle olacaktır, öyle olmalıdır" hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sahabe-i Kiram Rıdvanullah-i Aleyhim Ecmain Hazretleri arasındaki vahdet, yardımlaşma cümlenizin malumudur. Bu din uluları, Allah'ın en sevgili kulları, Allah'ın huzuruna cemaatle durdukları zaman saflar adeta bilinen deyimle söyleyelim sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle ok adar yapışma hâsıl ederlerdi ki, üzerindeki elbiseler daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar tek parça bir sıradağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki, İslam, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin peygamberliğinden itibaren yirmi, otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı. 
Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, İslam tarihinin sayfalarını gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.
İlahi vasıfla tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar, ne derecede rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler. 
Mü'minlere karşı hoş davranışlı, mütevazı, halim, selim, şefik, bağışlayıcı; kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid olmak islamın özelliklerindendir. Yazıklar olsun; biz bu özelliklerden, .bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız dalkavukluk, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.
"Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Görünürlerdeki hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor" Mealindeki Ayet-i Celile ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamıyla bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icap eder, artık onu siz takdir ediniz. 
Ey cemaati müslimin! 
Kur'an-ı Kerim okurken birçok yerlerinde "sünnet" sözlerine tesadüf edersiniz. Evet. Mesela: Mü'min süresi, 85. ayet,  Ahzab süresi,62. ayet.  Fatır süresi, 43. ayet gibi daha birçok Ayet-i Kerime de hep bu sünnet kelimelerini okursunuz. İlahi kitaptaki sünnet, Resulullahın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malumu. Kur'an'ın sünneti ise Cenabı Hakk'ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahu ZüIcelal'ın bu âlem hakkında koyduğu birçok kanunları var: Cansızlarda, bitkilerde, hayvanlarda, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde; kısacası bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar yaratık varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar Allah tarafından konduğu için, insanların yaptıkları kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde, Allah'ın dilemesi ile yaratılan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah'ta bize açıkça bildiriyor. 
Şimdi diğer yaratıklarda, diğer âlemlerde hâkim olan Allah'ın kanunlarına, yani Cenabı Hakkın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren İlahi Kanununu tetkik edelim: Evet, milletlerde cari olan bir kanunun mahiyetini biz Müslümanlar, doğrudan doğruya, Cenabı Hak'tan yani O'nun, bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: İslam ümmetinin dünyada, ahirette felahını, kurtuluşunu, saadetini, refahını, servetini sağlayan ilahi emirler yok mu, işte onların her biri Allah'ın bir sünneti yani bir kanunudur. 
“Ayrılık, gayrilik hislerinde uzak olunuz.” (Ali İmran Suresi,103)
"Ey Müslümanlar! Birbirinize girmeyiniz. Sonra kalblerinize meskenet, korkaklık, acz, bezginlik çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz hepsi elinizden gider. Sebattan, azimden kat'iyyen ayrılmayınız."  (Enfal suresi,46.ayet) 
İşte bunlar gibi 'birçok öğütler, 'birçok emirler vaki, milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersen bunların gereğine uygun hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, geleceği, istiklali, mahkûmiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm sürmesi lüzumu bir ilahi kanunmuş! 
Ey cemaati müslimin! 
Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam Tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne ka­dar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında çıkan fitneler, fesatlar, nifaklar, geçimsizlikler yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçuklular, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler... Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları, dünyanın üç büyük kıt'asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan koca koca memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştır. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık bağı, ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı, büsbütün başka olan birçok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... Kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, Kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. 
Fakat sonraları aramıza Avrupalılar, tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O, demin söylediğim bağ gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar, kendi aralarında birleşerek; yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti, onlar vücuda getirerek, birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi, Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
 Size bir vak'a anlatayım: Mısr-ı ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Konumuz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki: 
 — Şaşıyorum onbeş milyonluk koca Mısır'da, İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık bir ülke muhafaza edilebiliyor?  Bu sual üzerine o kişi dedi ki:
— İngiliz ricalinden biri ile samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiştim ki:
—Günün, yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti, kırk-elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır'a sevk edecek olursa, siz İngilizler ne yaparsınız?
— Hiç bir şey yapmayız. Savunma imkânı, olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki, biz İngilizler hiç bir zaman Osmanlıların Mısır'a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bı­rakmayız. Memleketlerinde bitmez, tükenmez mes'eleler çıkarırız. Onlar, birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır'a 'dönüp bakmaya vakit bulabilsinler. 
Ey cemaati müslimin! 
Gözünüzü açınız; ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç mes'eleler yok mu: Havran mes'elesi, Yemen mes'elesi, Şam mes'elesi, Kürdistan mes'elesi, Arnavutluk mes'elesi. 
Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bu günkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Allah saklasın biz, öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.
Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri barış şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım; halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zavallıların bir şeyden haberleri yok. Gerçi daha çok aydın geçinen takım hu şartların pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimIeri son derece az. Halk ise hiçbir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi bir, iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle, çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak... 
Heyhat! Düşmanlarımız, bizi ne hale getirmek için geceli-gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hayallerle kendimizi avutuyoruz! Allah rızası için olsun şu andlaşmanın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. 0kumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Allah korusun, onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli'nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmları da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul'dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız -tıpkı Roma' daki Papa gibi - yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Gerçi Müslümanlar İstanbul'dan bu sefer kovulmuyor. Çünkü İngilizler Hind Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca İstihkâmlarına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar. Avrupa ahvalinde bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.
O zaman İngilizler Hindlilere:
—Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hürmeten kendisine bırakmıştım. .Ama ne yapayım, koruyamadı. Yunanlılar da istila etti! Der. Şimdi bir sual varit olacak:
—Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin? İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Bundan dolayı payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli'yi, hem Aydın Vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz, İngiliz’den tedarik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bu­lunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunması demektir. Rumeli'nin, İstanbul'un, Aydın Vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir Müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan ile Mora'daki halkın yarısı Rum ise, yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu uzlaşma gereğince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecektir. 
Bu andlaşmanın takip ettiği maksat şudur: İngilizler, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derece az insan harcatmak istiyor. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut kandırarak adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki, bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz, İzmir-Balıkesir cephesindeki kuvvetimizi azaltmaya mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.
Allah korusun, andlaşmayı kabule mecbur olduk mu Anadolu'da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulu­nacak. Subayların yüzde on beşi ki, tabii hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi subayın eline verilecektir. Mesela Karadeniz sahilleri  mıntıkasındaki İngiliz subayı bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek. O zaman istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars'ta, Ardahan' da; Fransızlar, Adana'da, Maraş'ta pek güzel tatbik ettiler. 
Bilirsiniz ki, Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır:
Biri İstanbul, biri İzmir, Elimizdeki üç buçuk tren hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil almadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyon da tabii İngiliz hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu'daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul'daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bütün âleme, bilhassa Hind'deki dindaşlarımıza:
—İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır! Demektir.  
Bu andlaşma gereğince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan delegelerinden meydana gelen bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır. Yani İngiliz, bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğiniz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. 
İngilizler Mısır'da ahali cahil kalsın diye Müslümanlara hiç bir mektep açtırmamıştır. Hindistan'da da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısırlılar gibi olacağız. Yalnız bizim, Mısırlılardan bir farkımız var ki, onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. İçimizde Rumlar, Ermeniler var. Onların çocukları, bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. San'atı, ticareti, ziraati kâmilen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgat yetişebilecek.
Gelelim anlaşmalar meselesine:
Ey cemaati Müslimin! 
Frenkçe bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: Bizim bilerek, bilmeyerek keyfi yahut mecbur kalarak ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi uyruğundan biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra da sefaretine teslim edilmeli. Bundan dolayı ecnebiler, bu savaştan evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler, adam vu­rurlar, adam öldürürler; ötekinin, berikinin emlak ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz, bu imtiyazatı harbin başlangıcında kaldırmıştık. Şimdi barış şartlarını, kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek biliyor musunuz? Avrupa devletleri uyruğuna ait olan o imtiyazlar, şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere de verilecek.  Bunun ne demek olduğunu bunaklar bile anlar.
Gelelim hu imtiyazların iktisadi kısmına:
Ecnebi uyruğu kazanç vergisi, belediye vesaire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı ecnebilerle içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!
Ya gümrükler mes'elesi... 
O da bir afet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bu­nu biraz izah edelim. Evvela ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, .Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, trenleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Bundan dolayı bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu'dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşılık ne çare olabilir? Evet. Çare hariçten gelecek, Ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını, Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından anlaşmayı kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir. 
Gelelim Sanayiye:
 Bilirsiniz ki memleketimizde birçok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak Avrupa'nın, .Amerika'nın fabrikaları ile başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayimiz de, onların sanayii derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulât üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki, kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de birçok menfaat temin ediyordu. Hâlbuki ecnebi fabrikaları ile rekabet edemediğimizden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatını, sanayiini ileri götüremez. Ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki, sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz. 
Şimdi bir mühim mes'ele var. Onu tetkik edelim: 
Neden İngilizler bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar. Evet, Bunlar, Birinci. Dünya Savaşının başlangıcında: "Biz bütün milletlerin istiklali için harb ediyo­ruz! " tekerlemesini devamlı tekrar edip durdukları için, mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyonlarca Müslümana da istiklal sevdası geldi. Mısır'da, Hind'de birbiri ardınca isyanlar başladı. Gerçi İngiliz, bu isyanları kendisine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha başkaldıramamaları için dünyada hiç bir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdır. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri İran idi. Biliyorsunuz ki, İran İslam hükümetinin icabına baktılar. İngiliz himayesini lanet halkası gibi Acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.
Ey cemaati müslimin! 
İngiliz'in asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri hilafeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri İslam Âleminin başında olarak ehlisaliple çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selametlerini kurtuluşlarını, yıllardan beri özledikleri istiklallerini bizden bekliyor­lar. "Yüzlerce milyon Müslümana nispetle bizim bir avuç kadar olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?" Demeyiniz. İyi biliniz ki, bu bir avuç halkın bütün İslam Âleminde pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır. Bütün Müslümanlar bilirler ki, Allah korusun, Osmanlı salta­natının, İslam hilafetinin devrilmesi bütün cihan imanı sarsacaktır. Bütün Müslüman Yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi, müteakip Mısır'da, Hind'de, hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak'ta, Suriye'de zuhur eden ihtilaller, isyanlar, ayaklanmalar gösteriyor ki, biz Osmanlı Müslümanları öyle İslam Âleminin ve dolayısıyla düşmanlarımızın kayıtsız kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten İngilizler, bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Amma diyeceksiniz ki;
— Bugün bütün dünyaya hâkim olan İngiltere’nin büyük gücü karşısında, bizim ne ehemmiyetimiz olur ki? Herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüye­ceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler. Yanılıyorsunuz. İş öyle değil, Avrupalılar yalnız, bu günü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler.  Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde, kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler? Görüyorsunuz. Bundan dolayı velev bir kaç vilayetten ibaret, bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi istekleriyle, yani mecbur kalmadıkça kabil değil razı olamazlar.
— Pek ala! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dâhili, harici muharebeler, bilhassa Balkan Muharebesi ile şu 1. Dünya Savaşı, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir, şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Barış şartlarını çare yok ki kabul edeceğiz. Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ başında silahlı haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek... .
Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o silahlı haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik; Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
— Boynunu uzat! Kafanı devir! Diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez. İster istemez dişi ile tırnağı ile uğraşır, çabalar, nefsini, imkânın son derecesine kadar savunmaya bakar. 
Ey cemaati müslimin! 
İşte bugün, bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya ba­şımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir,  dinimizdir, imanımızdır.
Bir de o silahlı olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan hayatın müdafaası vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak, emin olunuz ki, cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim: Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri onların kendi deyimleriyle İslam tehlikesi, diğeri Bolşevik tehlikesi! İslam tehlikesini herifler çoktan beri hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri uygulamaktan geri durmamışlardı. Lakin altı, yedi seneden beri devam eden bu harb birçok hesapları alt-üst etti. Birçok tahminler yanlış çıktı. Bugün İngilizler artık, sömürgelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. İnsanlığın gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl, olur? En son icad olunmuş silahlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini gerçekten öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların, kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaatlerin hiç birinin aslı, faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olamayacağını iyice yakından öğrendiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya, hiç o bildiğimiz halde bulunmuyor. Bütün doğuda, bilhassa Müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut, Asya’nın kuzey kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede silahlı. Gerisi de bir taraftan silahlanıyor. Fikirler gittikçe değişiyor. İstiklal sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bü­tün bu hareketler İslam tehlikesi namı altında toplana­rak düşmanlarımızı tir tir titretiyor. 
İkinci tehlikeye gelince: Bolşeviklik denilen bu hareket Avrupanın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket, bugün Rusya'da yanardağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır; oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa ne kadar çabalasa zaten böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında uygun ortam vardı, hazırlılık vardı.
Sermaye sahipleri ile amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu savaş esnasında son dereceyi, bulmuştu. Ruslar önayak olarak mevcut çarlığı, asilzadelerin bitmez, tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, zenginliklerini, yerle bir edince, Avrupa'daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki: Bu harb, bu yedi seneden beri devam eden afet kırk, elli milyon insanın doğrudan doğruya savaş meydanlarında ölümüne sebep oldu. Bir o kadar insanı da hu sönen hayatların arkasından kimsesiz, perişan bir halde bıraktı. Manevi bir ölüme mahkûm etti. 
Neticede ne oldu? Bir kaç zalim hükümetin istibdadını artırdı. Milyonlarca servet sahibi bir kaç vurguncunun kasalarını, hazinelerini doldurdu. Fakir tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlak namına, hayâ namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına, bir şey bırakmadı. Hepsini sildi, süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. İnsanlık âlemi her türlü insani duygulardan sıyrılarak yırtıcı hayvanlar seviyesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber barış anlaşması diye ortaya atılan saçmalıklar bundan böyle milletlere asla rahat, huzur temin etmeyecektir. Bilakis bunların aralarındaki anlaşmazlıkları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık insanlık buna ta­hammül edemez. Artık sefil mahiyetleri büsbütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilatı, bu esasları yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır. 
İşte heriflerin düşünceleri aşağı yukarı bu merkezdedir. Zaten batının akıllıları, bilginleri çoktan beri böyle bir akıbetin meydana çıkmasını, bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görülen şimdiki medeniyetin, içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde paldır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da Batı Medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel, yerle, bir olmasını temenniden ibarettir. 
Ey cemaati müslimin! 
Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, bilgi düşmanı, yenilik düşmanı olduğumu zannetmeyiniz. Benim, bütün insanlar hesabına, bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyla pak, yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani faziletli bir medeniyettir. Batı Medeniyeti, maddiyatındaki ilerlemesini maneviyat sahasında kat'iyyen gösteremedi. Aksine o yönü, büsbütün ihmal etti. Hayır, ihmal etmedi; bile bile ayaklar altına aldı. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki, bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını düzeltmişlerdir. 
Ah! Siz, o düşmanın elinden zavallı Asya'nın neler çektiğini biliyor musunuz? Hindistan'ı ele alalım: Hangi şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri İngilizlere, diğeri Hindlilere aittir. Hiçbir Hintli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli temiz giyinmek istese vergi vermeye mecbur tutulur. Trenlere binseniz görürsünüz ki. Hintliler için ayrı vagonlar vardır. Hastaneler gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur. 
İngilizlere:
— Niçin bu biçarelere, insan muamelesi etmiyorsunuz? Diye soranlara: 
— Maymunlar adam olur, Hindliler adam olmaz! Cevabını verirler. Bir İngiliz, Hindliyi istediği gibi döver; ceza lazım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir para cezası ile kurtulur. Hindlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükümet tarafından alınarak İngiltere'nin ihtiyaçlarına sarf olunur. Hindistan'daki bir kaç yüz milyon nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan acizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesap etmişlerdi: Seksen sene zarfında on sekiz milyon HindIi açlıktan ölmüştü. Bu son asrın ilk on altı senesi zarfında ise aynı sebepten helak olanların miktarı yirmi milyonu bulmuştur. Yetmiş sene evvel bir Hindli günde bizim para ile kırk para kazanırken, .bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hindli, İngiliz'den üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur. Biliyor musunuz? İngiliz hazinelerine toplanıp sömürge­ler ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesat çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Hindistan gelirlerinden tamam yüz milyon İngiliz lirası sömürgelerde sefer yapmak için kullanılmıştır. İngilizler, Hindistan'daki kumaş tezgâhlarını yok etmek için usta­ların başparmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç melanetten geri durmazlar. Seksen milyon Müslüman Hindli için tek bir lise mektebi vardır. İngilizler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Hindistan'daki İngiliz liselerine girmek Hindlilere yasaktır. Bir Hindli en ufak silahı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor. Hindistan'da dört çeşit insan var: İngilizlerin memurları, İngilizlerin Hindistan'da oturup kalanları, melezler, Hindliler. Melezler beşeriyetin hakir bir sınıfı sayılırlar. Hindlilere gelince o biçareler adil! medeni! İngilizler nazarında hayvan makulesidir. 
Gelelim biraz da Afrika’ya geçelim: Cezayir'de, Tunus'ta, Fas'ta Müslümanlara Fransızlar tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki Hıristiyanlar, Yahudiler aşar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare Müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa su­retiyle çok zaman Hıristiyanların yahut Yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf Müslümanların vergisiyle yaşayan belediyelerde hiç bir Müslüman aza bulunamaz. Şayet bulunsa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir'de, gerek Tunus'ta kabilelerin müşterek otlakları vardır. Lakin bu otlaklar devamlı Fransızlar tarafından bedava gasbedildiği için, biçare Müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zaruri olarak güneye, yani çöle doğru çekiliyorlar. Fransızlar, Afrika'daki sömürgelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, Arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak o yeni köye lazım olan suyu civardaki Müslüman köylerinden getirip Müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücuda getirilen her Hıristiyan köyüne gelir bulmak için yine Müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakları belediye vergisi ile o Hıristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir Fransız, Müslüman aleyhinde dava açmaz. Çünkü gerek görmez. Onu isterse döver, isterse öldürür.
 Ey cemaati müslimin! 
Zaman, zemin müsait olursa, size İngiliz adaletinden! Fransız medeniyetinden! birçok parlak örnekler daha gösterirdim. Bununla, beraber, ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşlarımızın imdadına yetişmek yahut hiç olmazsa onların düştükleri felakete düşmemek için artık gözümüzü açma­lıyız. Düşmanımızın bizi de onların haline getirmek için bugün elinde iki vasıtası var. Fazlası yok. Çünkü aslında gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibariyle mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır. Ordusunun bir kısmı Hindistan'da, bir kısmı, Irak'ta, bir kısmı İran'da, bir kısmı İrlanda'da, bir kısmı bizzat İngiltere’de, bir kısmı Mısır'da, bir kısmı Sudan'da, bir 'kısmı Filistin'de meşgul. Sömürge askerine itimadı kalmamış. Bilhassa Hind Müslümanları "Artık /biz, dindaşlarımıza karşı silah kullanmayız" Diyorlar. 
Bundan dolayı şimdi söylediğim gibi bizi ezmek için ancak iki kuvvete malik bulunuyor: Birincisi Yunan ordusu, ikincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç önemi yoktu. Biz, aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün Allah'ın yardımıyla memleketimizi, istiklalimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte doğu vilayetleri ahalisi gözümüzün önünde duruyor. Bunlar düşman istilası ne demek olduğunu gözleriyle gördükleri için bu sefer İngiliz iğfalatına kapılmadılar. Ara­larında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına meydan bırakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını çiğnemek, kendilerini esaret altına almak için hudud boyunda fırsat gözetip duran düşmanı dağıttılar. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler. Cenabı Hak o kahraman mücahitlerimize yardımlar ihsan buyursun. Anadolumuzun batısındaki o sefil düşmanı da Ermenilerin hakli olarak uğradıkları akıbete uğratsın.
 — Âmin!  
Bizi mahv için tertip edilen barış, anlaşması paçavrasını mücahitlerimiz Doğu tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife, Anadolumuzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslam için bu diyarda yaşama imkânı yoktur. 
Ey cemaati müslimin! 
Hepiniz bilirsiniz ki, buhranlar içinde çırpınıp duran bu din-i mübin bizlere Allah'ın emanetidir. Kahraman ecdadımız bu Allah emanetini korumak uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar. Muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; İslam’ın bayrağını yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmemişler; şeriatın temiz, kutsal şeylerine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlada, asırdan asıra intikal ede ede, bize kadar gelen bu büyük emanete hıyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın torunları değil miyiz? Yabancıların eline geçen Müslüman yurtlarının hali bizim için en tesirli bir ibret levhasıdır. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. 0, cihanın en mamur, en medeni, teknikte en ileri ülkesi vaktiyle sinesinde on beş milyon Müslüman barındırırken bugün baştanbaşa dolaşınız tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allah'ın birliğini, Batının ufuklarına söylettiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün etrafa teslis velveleleri aksediyor. Şevketin, medeniyetin, bilginin, ilerlemenin son noktasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol'a karşı savunmadan aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da, İslam'ın son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım, üzüntüyü, miskinliği, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, din için savaşa, birliğe sarılalım. Cenabı Kibriya, Hak yolunda savaşmak için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir. 
Ya İlahi bize tevfikini gönder!  — Âmin! 
Doğru yol hangisidir, millete göster!
— Âmin!
 Nur-u İslamı şedaid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü tedip ise maksud-u muhibin gerçek, 
Nare yansın mı beraber bu kadar mazlumun?
Bigünahız çoğumuz yakma İlahi!
— Âmin!
Boğuyor Âlem-i İslamı bir azgın fitne;
Kıt'alar kaynayarak gitti o girdap içine.
Mahvolan aileler bir sürü masumundur; 
Kalan avarelerin hali de malumundur.
Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enin? 
Dinsin artık bu hazin velvele Ya Rab.
— Âmin!:
Müslüman yurdunu her yerde felaket urdu;
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu. 
O da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübin. 
Haksar eyleme Ya Rab onu olsun!
—ÂminVelhamdülillahi Rabbil Âlemin.”[2]
Akif rahmetli, bu vaazında özellikle fitneye, kaynaklarına dikkat çekmiş ve uzun uzun fitneye karşı birlik ve beraberliğin lüzumu üzerinde durmuştur. Mehmet Akif ‘in Nasrullah Camiinde verdiği bu vaaz, ki bütün memleket sathına dağıtılmış ve aşağı yukarı bütün camilerde, birliklerde okunmuştur Mehmet Akif ile Fethullah Gülen’in ne ilgisi var diyeceksiniz.  Haklısınız. Akif vaazına  şu ayetle başlamıştı:  "Ey iman etmiş Olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost edinmeyi­niz". (AI-i İmran suresi, 118. ayet)  Fethullah Gülen’in sıradan bir vaiz iken Türkiye’nin gündemine girdiği günden beri yaptığı bütün faaliyetlere lütfen bir bakın; Bu ayetin hilafına çalışmıştır, ümidimiz bu çalışmanın farkında olmayan müntesiplerinin uyanmasıdır, vesselam. 
Sözüm size, bize, hepimize...


[1]http://www.cagilci.com/index.php?option=com_content&task=view&id=162&Itemid=33

[2]Mebmet Akif Kastamonu'daki ilk konuşmasını  Nasrullah Kadı tarafından 1506 yılında yaptırılan ve Kastamonu merkezinde bulunan Nasrullah Camii'nde yapmıştır. Bu konuşma Sebilü'r-Reşad dergisinin 25 .Kasım 1920 tarihli 464. sayısında yayınlanmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Fitnenin Anası Fetullah Gülen Tarafından Yürütülüyor

Kur’an-ı Kerim’de bize fitnenin ne kadar kötü olduğu, yok edilmesi gerektiği çeşitli ayetlerle bildirilmektedir. Fitne kelimesi Kur’an’da otuz dört ayette geçmekte, yirmi altı ayette ise türevleri zikredilmektedir. Fitne, bulunduğu ayetlerin bağlamları ya da ayetlerin tefsirlerine ilişkin rivayetler dikkate alınarak farklı anlamlarla açıklanmıştır: Bunlar, şirk, sapkınlığa götürmek, öldürmek, alıkoymak, mazeret, hüküm ve yargı, günah, hastalık, ibret, ceza, azap, yakmak, imtihan ve delirmek şeklinde özetlenebilir.[1] Kur’an’da fitne üreticisi Yahudilerle ilgili ayetler de oldukça fazladır ve haklarında “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar” (5/64) buyrulmuştur. Müslümanlar arasındaki ilk ihtilaflarda Yahudilerin rolünü, ilk siyasi bölünmelerin onların marifetiyle olduğunu da az çok biliyoruz. Fazla okumayan bir toplum olduğumuz için detaylarına inmesek de bugün Ortadoğu’da ve Dünyada meydana gelen olaylardaki fitnenin kökünün ta o dönemlere atıldığını görüyoruz. 

Sapasağlam bir bünyesi olan İslam’ın ve Türklüğün, asr-ı saadetten bu yana, adım adım nasıl kemirildiğini, Türkiye ve İslam Dünyası’nın üç yüz yıldır büyük bir fitneyle karşı karşıya olduğunu az çok duyuyoruz. Dünyanın bütün coğrafyalarına bakıldığında Müslümanların içine düştüğü nifak, cehalet ve sefaletin bu fitnenin sonucu olduğunu da biliyoruz. Bilmediğimiz, bu fitnenin kimler tarafından, nerelerde tezgâhlanıp, hangi yöntemlerle çalıştığıdır. Bu konuda kafamız olabildiğince karıştırılmıştı. Peş peşe cereyan eden olaylar, olayların derinine bakılması halinde, bize fitnenin kaynağını da göstermektedir.

Ters yola giren Karadenizlinin, polis telsizindeki “Otoyolda ters yönde giden bir araç var!” anonsuna verdiği cevap gibi “Ne biri yüzlerce, yüzlerce”, “Yüzlerce kollu bir ejderha gibi fitne çeşidi var!” dediğinizi duyar gibiyim. Merkezi tanıdıkça çeşitlenmeyi daha iyi kavrıyor insan. Kanaatimizce bu fitnelerin kaynağı, merkezi bellidir. Belli merkezlerde (İngiltere ve Amerika’da) planlanıp dünya üzerinde belli odaklar üzerinden yürütülmektedir. Günümüzdeki en büyük fitne ise Fethullah Gülen üzerinden yürütülen fitnedir. 

Bu fitnenin adına “İslâm ve onun koruyucusu Türk Dünyası’nı paramparça edip yönetme, kaynaklarını kullanmak” diyelim. Fitnenin kullandığı araçların başında basın; gazete, radyo, sinema ve özellikle televizyonlar gelmektedir. Uydu veya internetten yayın yapan onlarca anglo-amerikan ruhlu, görünüşte İslami tv kanalı, baş örtülü, sakallı, takkeli, Afrikalı-Arap binlerce sunucu, programlarda görülüyor. Sanırsınız ki dünya küresel olarak İslamlaşmış! Sahiplerinin Yahudi olduğu yüzlerce tv kanalı çaktırmadan ve fakat insanların gözünün içine soka soka içi boşaltılmış kof bir İslam propagandası yapıyor. Üstelik Müslümanları da kandırmayı başarıyor.

Bu konuyu biraz aralayalım: İslam Dünyasını ve Osmanlıyı asrın başında paramparça eden fitnenin baş aktörlerinden İngiltere’nin yayın organı BBC Dünya Servisi 70 yıldır Arapça yayın yapıyor. BBC aslında 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan’la ortak bir televizyon projesi başlatmıştı. Yayın politikası ve haber seçimi konusunda anlaşılamadı ve girişim noktalandı. 1996 yılında Katar’da kurulan El Cezire televizyonu ile BBC’ nin ilk Arapça Televizyon projesi arasında önemli bir bağ vardı. BBC’ nin Arapça Televizyon projesi askıya alınınca, kanal için tahsis edilen personel El Cezire’ye katıldı. Yaygın görüşe göre El Cezire BBC ve İngiltere tarafından kuruldu. (El Cezire’nin İngilizce kanalı Londra’dan yayın yapmaktadır.) 

İngiltere’nin kurduğu El Cezire’nin, 11 Eylül’den sonra servis ettiği Usame Bin Ladin kasetleriyle, Afganistan ve Irak’ın ABD ve İngiltere tarafından işgaline, nasıl  zemin hazırladığı malumunuzdur.  Bu kasetler neden CNN ve BBC gibi dev kuruluşlara gitmedi de El Cezire’ye gitti? Onu da İngiliz gizli servislerinden sormak lazım! (Meraklıları için söyleyelim: İngiltere, el altından sahibi olduğu El Cezire kanallarının yayını ile de yetinmedi ve BBC 11 MART 2008’de Arapça yayına başladı. Kamu kaynaklarıyla yayın yapıyor ve reklam almıyor. Bütçesi 40 Milyon dolar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da uydu ve kablo yoluyla seyirciye ulaşıyor. Hedefi, radyo, tv ve web sitesiyle 2010’da 20, 2013’de 40 Milyon kullanıcı idi. Arapça Web sitesinin bir milyon civarında günlük ziyaretçisi var. 2009’da Farsça yayına başladı. Urduca ve Endonezya dilleriyle yayın yapan kanalları var.) Hiç merak buyurmayın, bu kanallarıyla İslam’ın ve Arapların kalkınması için değil, “Böl, Parçala, Yönet” projeleri için çalışmaktadır. 

El Cezire. Katar Emiri Hamed bin Halife El Sani’nin hibe ettiği anaparayla kurulduğu günden beri, İslam Dünyası’nın içinden kimsenin ulaşamadığı haberlere ulaşan, yapamadığı dosyaları yapan bir TV kanalı olarak ününü arttırdı. Bugün, Mısır başta olmak üzere diğer ülkelerde yaşanan ayaklanmaları dünya ülkeleri neredeyse onun sayesinde takip edebiliyor. Rejimi korumak isteyen devletler ulusal medyalarını susturabiliyorlar fakat El-Cezire, haber-görüntü-bilgi sızdırmaya devam ediyor. El Cezire’nin kurucusu Katar Emiri Şeyh Hamed bin Halife El Sani, 1995 yılında kansız bir darbeyle iktidara geldi. Ondan sonra Emir olması beklenen kişi, Tamim bin Hamed El Sani…İkisi de İngiltere’de Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nde eğitim almış. Katar Emiri, en zengin Hanedan’lardan birisi.

Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi, 1947 yılında açıldı. Öğrencilerini ahlaki, entelektüel ve fiziksel açıdan donatma iddiasında olan bir askeri akademi. West Point ve benzerleri gibi bir üniversite olmaktan öte bir yer Sandhurst. Üniversite mezunu öğrencileri de var. Tam anlamıyla bir Akademi diyebiliriz. Akademi’nin mezunları: Bahreyn Kralı Hamed Bin İsa El Halife, Brunei Sultanı Sultan Hassanal Bolkiah…, Haşimi Ürdün Kralı II. Abdullah…, Terengganu Sultanı Mizan Zainal Abidin…, Umman Sultanı Seyid Kâbus bin Seyd El Ebu Seyd, Katar Emiri ve sonraki olası Emir, ikisi de Sandhurst mezunu…, Suudi Arabistan’ın neredeyse bütün prensleri… (Mutaib bin Abdullah, Halid Bin Abdullah, Halid bin Sultan vb.) Birleşik Arap Emirlikleri, olası başkanı Muhammed Bin Zayed El Nahyan. Listeyi uzatabiliriz, bitirmeden Pakistan’ın ilk başkanı İskender Mirza’nın, Botswana Başkanı Seretse Khame Ian Khame’nin, Afrika, Ortadoğu ve Müslüman birçok ülkenin önemli generallerinin neredeyse hepsinin Sandhurst mezunu olduğunu hatırlatmak gerekir.

Benzer amaçlarla ülkemizde de birtakım vakıfların kabiliyetli gençlere burs vererek yurt dışına gönderdiklerini, bunların dönüşte başımıza yönetici yapıldığını biliyoruz. Bazı ülke yöneticileri de, ayrıntıya girmeyeceğim, Lavrens ve Humpery gibi İslam’ı parçalayan ajanların yetiştirildiği, İngiltere’nin önde gelen ajan yetiştirme okullarından biri olan Şark Enstitüsü’nde yetiştirilmektedir. İlaveten, sadece yönetecekleri ülke liderlerini yetiştirmekle kalmayıp, onlarla akrabalık da kurmaktadırlar. Günümüz Ürdün Kralının annesi bir İngiliz, annesinin İngiliz olan babası da Ürdün Genelkurmay başkanıdır. 

İşte El cezire böyle bir yayın kurumu. CNN veya BBC ile El Cezire fark etmiyor yani. Peki El Cezire neden Türkiye’ye getiriliyor? Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı son açıklama şu şekildeydi: ”Diyarbakır'da halk, Mısır'daki gibi günlerce sokaklardan ayrılmazsa, taleplerini dile getirirse...” Nerede kan, zulüm, işkence, cehalet, pislik, bölücülük varsa BBC ve CNN’in orada hazır olduğu gibi, El Cezire de Diyarbakır’dan canlı yayınlara hazırlanmaktadır.

“Fitne’nin, İngiltere ile El Cezire ilişkisinin, Türkiye ve Fethullah Gülen ile ilgisi nedir?” diyebilirsiniz.  Şimdi sıkı durun: Bu El Cezire şimdi Türkiye’de El Cezire TV kanalı’nı kuruyor. TMSF’nin satışa sunduğu Cine 5 TV kanalını 40.5 milyon dolara El Cezire satın aldı. “Ne var bunda, CNN de Türkiye’de bir kanal kurdu, Türkiye de dışarıya yayın yapıyor?” diyebilirsiniz... Kazın ayağı öyle değil! El Cezire Türkiye’nin yüzde 75 hissesine sahip olan ortağı Ali Vural Ak adlı bir Türk! Diğer ortaklar da Katar’lı. Biri ilginç; El Cezire Genel Müdürlüğünden bugünlerde baskı altında kaldığını söyleyerek istifa eden Wadeh Aref Khanfer.

Bu Ali Vural Ak kimdir? Bileniniz var mı? Ben söyleyeyim. 21 yaşında 1992’de kurduğu şirketi iflas etmiş bir memur çocuğu. Kendisi şu anda Türkiye gelen en büyük özel uçağına sahip; 37 milyon dolarlık bir uçağı var. Bir yıl önce ABD’de, Washington’daki George Mason Üniversitesinde, 4 milyon dolar bağışla “Ali Vural Ak Küresel İslâm Araştırmaları Merkezi” adıyla bir merkez kurdu, daha doğrusu üniversitenin bir projesine destekçi oldu.  Bu merkezin açılışını ise Başbakanımız Tayyip Erdoğan yaptılar![2]

Hemen akla şu soru geliyor; Neden Anglo Amerikan (Yahudi-Hristiyan) bir Üniversiteye bu parayı vermiş? 37 milyon dolarlık bir uçağa bineceksin, açlıktan ölen onca Müslüman feryat ederken, sen gidip elin gavuruna 4 milyon dolar vererek İslâm’a ve Türkiye’ye hizmet ettiğini söyleyeceksin! Bunu kimse yemez, yutturamazsınız! Bu paraya, yani 37+4=41 milyon dolara El Cezire ortaklığı için verdiği 30 milyon doları da ekleyiniz. Bu parayı, meselâ konunun uzmanı IRCICA’ya verse idi, dünyanın bütün İslam uzmanlarını İstanbul’a getirir istediği araştırmayı da yaptırtırdı.  Yine meselâ Ankara’nın göbeğinde, misyonerlerin cirit attığı, 50-100 dolarların uçuştuğu bir ortamda kiliselere gitmek durumunda kalan Türk çocuklarını Hıristiyanlaşmaktan koruyabilirdi. Ama maksat başkadır.

Hatırlarsanız, Atlantik ötesinden gelemeyen Fethullah Hoca da 14 Kasım 2006’da 2 milyon dolarlık böyle bir bağış yapmıştı, Hartford Seminary adlı bir Papaz Okuluna. Bu hadise başlı başına bir komedidir. Ayrıntılarına sonra bakarsınız.[3] Şu kadarını söyleyelim: 1833’de kurulan bu Papaz Okulu bugün papaz yetiştirmenin yanında kilisenin toplumdaki yeri ve rolü, İslam, Hıristiyan -Müslüman ilişkileri üzerinde araştırmalar yapmaktadır. Okulun 1911’den beri The Muslim Word adıyla çıkardığı dergisinin amacı Hıristiyan misyonerlerin İslam’ı ve Müslümanları Hıristiyanlaştırma konusunda eğitilmesi için araştırma yapmaktır. Esas amaçlarından biri de Osmanlılar tarafından Avrupa’da hızla yayılan İslâm’ın nasıl durdurulacağı üzerinde çalışmaktı. Bunun yanında menfi propagandalar ile İslam aleyhinde negatif bir imaj meydana getirmekti. Amaç “Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslâm’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa’yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir.” (Cilt. 1, No. 1, Ocak 1911, Sayfa: 3) “İstanbul (Costantinapol) İslâm’ın Merkezidir” adlı bir makalede “Bugün Türkiye’deki Müslümanlar Hıristiyanların Tanrısına ve İsa’nın Mesih olduğuna inanmaktadırlar. Genelde Türk köylüleri Arapça bilmediğinden Kur’an hakkında kulaktan dolma bilgilere sahip cahil insanlardır. Bu kişiler ilmi bir eğitime sahip olmadıklarından dolayı kolaylıkla Hıristiyanlaştırılabilirler.” denilmektedir. (Cilt. 1, No. 3, Haziran 1911, Sayfa: 231) Dergide, İslâm’ı ve Müslümanlığı yıpratıcı bu yayınların yanında Peygamber efendimize (A.S.M.) hakaret içeren makaleler de yayınlanmıştır. Şöyle ki; “Muhammedi’lere Misyonerlikle Tesir Etmek” adlı yayınlanan bir makalede “İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunmasının nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir.” (Vol. III, No.1, Ocak 1, Sayfa:5) Fethullah Hoca’nın 2 Milyon dolar verdiği Hartford Seminary; İslam’ı yozlaştırıcı ve Müslümanların imanını tahrip edici yayınlara devam etmekte, genellikle taklidi imana sahip Müslümanlar arasında etkili olmaya çalışmaktadır. Hartford Seminary “Ilımlı İslam” adı altında İslam’ı yeniden yorumlayan kişileri yetiştirmekte, birçok İslam ülkesinden gelen Müslüman öğrencileri sözde İslâm konusunda eğitmektedir. Ayrıca zamanın Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ile ve diğer bakanlık görevlileri Hartford Seminary’i resmi olarak ziyaret etmişler ve yapılan ziyaret neticesinde Hartford seminary’e Türkiye’den öğrenci değişimi programı görüşülmüştür. Türkiye’den buraya gelen öğrenciler dinler arası diyalog üzerine eğitim almaktadır.

George Mason Üniversitesinden Papaz Okuluna Fethullah Hoca’nın yardımı konusuna geçiverdik. Laf lafı açıyor.  Bu George Mason Üniversitesini araştırdığınız zaman bu üniversitenin, Türkiye’de kanayan sosyal yaralarla ilgili konular başta olmak üzere birçok alanda cirit attığını, araştırmalar yaptığını, ortak programlar gerçekleştirdiğini görürsünüz. Ama en ilginç olan ortak çalışmaları Türkiye’nin en büyük gazetesi ile ortak çalışmalarıdır. Bu gazete malum Fethullah Hoca’nın gazetesi olarak bilinir. Bu gazete, George Mason Üniversitesi’nin adamlarının “ Dünya Dinleri, Diplomasi Ve İhtilaf Çözümü Merkezi Başkanı” ve benzeri sıfatlarla yazdıkları makalelerle Türkiye’deki yandaşlarına, sık sık mesajlar verir, haktan görünerek Müslümanları yönlendirirler. Böyle bir yazının başlığını ve muhtevasını hatırlıyorum: “İlhamını Osmanlı’dan alan Bir Aydınlanmanın Zamanı Geldi” yazıda[4] Ortadoğu şekillenirken yöneticilerin ne yapması gerektiğinin yol haritası anlatılıyordu. Bugün olup bitenlerin oradan nasıl dikte edildiğini okuyabilirsiniz.

Ben bir taraftan da dünyanın çeşitli Hıristiyan Üniversitelerinde arka arkaya açılan Fethullah Gülen Kürsülerine, merkezlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani şimdi bunların başına saksı filan mı düştü şimdi? Hayır. Bunlar tamamen planlı programlı işlerdir.  Bu kürsüleri kuranlar, bizim gariban Türk ve Müslümanlarımızın öyle ayaküstü Müslümanlığı öğretiverdiği insanlar değildir. Hepsi de en az bir ilahiyat profesörümüz kadar Müslümanlığı bilmektedir. Yani biz ayakta uyutuluyoruz.

İngiltere’nin akıl hocalığı ve desteğinde, Amerika’da pişirilen politikalar işte bu merkezlerde olgunlaştırılıp televizyonlar ve diğer basın organlarıyla Müslümanlara yutturulmaktadır. Adını andığımız George Mason Üniversitesi olsun, Hartford Seminary gibi Papaz Okulları olsun gizli servislerle bağlantılı çalışan kurumlardır. Fahri Başkanlığını Fethullah Hoca’nın yaptığı, kurucularından biri de FBI yöneticisi olan Niagara Foundation, The Institute of Interfaith Dialog,  Rumi Forum gibi kurumlar ve kuruluşlar var. (Fethullah Hoca’nın kaldığı yerin de bir FBI malikânesi olduğu yazılıyor.) Müslümanlardan görünen ama Hıristiyan, Yahudi din adamlarını yemeklerde ağırlamaktan bir şey yapmaya vakit bulamamış bir vakıf ki evlere şenlik. 

El Cezire ile Fethulah Gülen’i anladık da Başbakan’la Fethullah Gülen ilişkisini anlayamadık diyebilirsiniz. O zaman ben de size Başbakan’ın Fethullah Gülen’in ekibine teslim ettiği, TRT ve TRT Haber Merkezi’ne, yapılan program ve haberlere ve İbrahim Şahin’den sonra TRT Genel Müdürü yapılmaya hazırlanan eski Samanyolu çalışanı Ahmet Böken’e dikkat edin derim. Son dönemde TRT’ye alınan üç bine yakın elemanın büyük bir kısmının Fethullahçı olduğunu söylerim. Bunların TRT’nin mescidine devam eden kısmı, hep aynı şekilde, ne hikmetse ayaklarını iki yana açarak Allah’ın huzuruna çıkıyorlarmış. (Bu da yeni bir mezhep oluşturma çalışmasının bir parçası olmalı.)  

Küçük balığa, durmadan büyük balığı yutabileceği telkin ediliyor. “Osmanlı olabilirsin!” deniyor. Ancak sürekli küçük balığın fedakârlığıyla yürüyen bir ilişki var. Tam Tom ve Jery vaziyetleri. (Küçük bir farenin üstesinden gelemeyen koca bir kedi) Türkiye’den toplanan paraların harcandığı yerlere bir bakınız lütfen. Osmanlı olmaya doğru yürüdüğünü zanneden bir Türkiye, onun ne yaptıklarının farkında olmadığını düşündüğüm yöneticileri, üç kuruşa talim ettikleri okullarda doğru dürüst Türkçeyi öğretemediklerini, sadece İngilizceye hizmet ettiklerini fark edemeyen fedakâr öğretmenlerimiz. Dünyada İslam’ın yükselişine şahit olduğunu zanneden halkımız. 

Konsüller halinde çalışan Yahudileşmiş Katolik Vatikan’ın çok önemli bir organı olan Misyonerlik Konsülü görevini yapamaz hale gelince Papa Diyalog Konsülü’nü kurmuştur. (Konsüllerin işleyişi için bkz: Mehmet Ali Ağca, Doğan Kitap.) Bu konsül Amerika üzerinden İslam Dünyası’nı yutmaya yönelik bir çalışma yapmaktadır. Bu çalışma Müslümanları bölüp parçalamaya ve yönetmeye, yapabilirse Hıristiyanlaştırmaya odaklanmıştır. Dinler Arası Diyalog adlı Hıristiyan projesi Türkiye’ye Fethullah Gülen ile sokulmuştur. Hükümetle al gülüm ver gülüm ilişkileri alenen ortada olan Fethullah Gülen, Yahudilerin kontrolündeki Amerika’nın Türkiye, Türk ve İslâm Dünyasındaki Truva Atı’dır. En utanç verici olan da Müslümanların parasıyla İslâm parçalanmaktadır. Bu işleri yapanların parasını Türk Milleti vermektedir: Türkiye Kaddafi’yi devirenlere, Libya’ya 300 milyon dolar peşin para yardım etti. (Herhalde isyancıların harcadığı para bu kadardır.) Türk Milleti de Somali’ye aşağı yukarı bu kadar para toplayıp yardım etti. Yani bizim dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız, gırtlağımızdan geçiremeyip yardım olarak gönderdiğimiz para kadar bir parayı yöneticilerimiz, Batılılar; İngiltere, ABD vb. ülkeler Kaddafi’nin tonlarca altınlarına, milyar dolarlarına rahatça el koyabilsin diye, elden, Batılıların kontrolündeki, onların ajanları durumundaki isyancılara veriliyor.

Bir memur çocuğu, Mason Üniversitesine 4 milyon bağışlıyor, 37 milyon dolarlık uçağa biniyor. Daha dün sıradan bir imam olan biri bir papaz okuluna 2 milyon dolar bağışlıyor. Onlar bu paralarla bizi canlı canlı ameliyat ediyor. Biz ise hala “Bize bir şey olmaz” diyoruz. Türköne’nin, şunun bunun sayıklamalarını tartışıyoruz. Kurbağa gibi yavaş yavaş pişiriliyoruz vesselam. Güneşi, ancak doğuştan körler göremez.  Bu büyük fitneyi görmek istemeyenlere, yarın ahrette “Ben sizi uyardım!” diyeceğiz. Keşke yanılmış olsak, keşke. 

El Cezire’nin Diyarbakır’dan canlı isyan yayınlamasına imkân verilmemelidir.

Sözüm size, bana, hepimize.


[1] http://www.kurannesli.info/bilgibankasi/yazi.asp?id=1153

[2] Milliyet 12 Nisan 2010

[3] http://dinlerarasidialog.blogcu.com/fethullah-gulen-cemaatinin-2-milyon-dolar-bagisladigi-papaz-okul/6957254

[4] 19 Mart 2009 Zaman