18 Ağustos 2011
Olağanüstü durumlarda, iletişim araçlarına, özellikle devletin resmi haber kanallarına daha fazla kulak verme alışkanlığımız vardır. Acans ne diyor diye kulağımızı TRT radyolarına dayadığımız günleri hatırlarsınız. Önemli bir olay olduğunda önce devlet televizyonuna bakar, yolda isek TRT radyolarını bulup devlet bu işe ne diyor diye anlamaya çalışırız. Bu iletişim kanallarına bir de web sayfaları eklendi. Ona da bakıyoruz. Lakin en güvenilir devlet iletişim kurumu olması gereken TRT’ye bir haller oldu, güvenilir olmaktan çıktı. Kandil Harekâtı sırasında ve öncesinde, bana göre ihanetle eş değer, vahim habercilik hataları yaşandı. Bunları aşağıda aynen alıntıladığım haber metinlerinden göreceksiniz. Ancak konunun iyi anlaşılması için önce TRT’nin yakın geçmişine bakmamız gerekiyor.
Önceki TRT Genel Müdürü Şenol Demiröz, Özal’dan beri, gelen her TRT Genel müdürüne dayatılan “Kürt kanalını kur” dayatmasına uymadığı için görevden alınmıştı. İbrahim Şahin’in Genel Müdür olduktan sonraki ilk işi Kürt kanalını açmak oldu. “Bu kadar adamla 40 kanal idare ederim.” diyen genel müdür, iddialara göre, TRT’ye 3000’den fazla adam aldı. Alelacele işe alınan bu kişilerin büyük bir kısmı Fethullahçı. Tabii başka dini cemaatlerden, iktidara yakın partilerden kişiler de var. Kürt kanalı için istihdam edilen Kürtler var. Bu adamlar işe göre seçilmiş değil. Bu adamlara göre işler de nasıl olsa bulunur. Koca TRT. Zaten Genel Müdürün görev süresi, orada bulunması hizmet amaçlı değil. Önemli olan İbrahim Şahin’in gelecekte daha büyük makamlara yükselebilmesi ve “Efendim biz şunları, şunları yaptık, bir sürü kanal açtık vb.” diyebilmesine imkân sağlayacak göstermelik işler yapmak. Mesela ilk işlerinden biri Arı/Orkut stüdyosunun dış görüntüsünü bir iki panoyla süslemek olmuş. Mevcut kanalların adını değiştiriyor, yeni kanal açmış gibi gösteriyor...
Bütün bunlara rağmen İbrahim Şahin bir denge adamı. İşin kolayını bulmuş, Yeni kurduğu her kanalı bir görüşe, cemaate vermiş. Herkes kendi kanalında borusunu öttürüyor. O işin kaymağını yiyor. Neredeyse TRT’de hiç program yapılmaz hale gelmiş; mevcut TRT kadrosuyla 40 kanal idare edilebilecekken(!) ne hikmetse bütün programları dışarıya, yandaş şirketlere verilmiş. Milyonlarca liralık programların TRT’nin bütün kanallarına izlenme rekorları kırdırması beklenmeli değil mi? Hayır, tam aksine; neredeyse TRT kanaları izlenme oranlarında sonuncu geliyor. Ama kimin umurunda? TRT Kürt kuruldu mu? Kuruldu. TRT Avaz Eski Ülkücülere (!) verildi mi? Verildi. TRT Haber Fitnehullahçılara verildi mi? Verildi. Bu kanalları yönetenler, uzmanmış, hedef kitleye uygun yayın yapıyormuş, yapmıyormuş kimin umurunda? Bakın ne oldu;
Genel müdürün kuruma aldığı elemanlara çok hızlı bir şekilde eğitim verildi, hem de olağanüstü abartılarak! Yüzlerce eğitim konusu bulundu ve TRT durmadan yeni elemanlarına eğitim yaptırıyor! Son dönemde TRT’de eğitim vermekten köşeyi dönen firmalar olduğu biliniyor. Eğitime harcanan para boşa gitmez ama bir de eğitimi verenler kaliteli olsa! Ne gezer. Uzmanlıkları kendilerinden menkul iktidar yanlısı şirketlerin beşinci sınıf uzmanları. Neyse efendim sözü uzatmayalım. İşe alınanların büyük bir kısmı TRT’nin yeni kanalı Haber’de çalışmaya başladılar. Bunların çoğu, Haber nedir, nasıl yazılır, dili nasıl olmalıdır, devlet bakışı nasıl yansıtılır? gibi konuları daha doğru dürüst öğrenmeden kendilerini büyük haberlerin peşinde buldular. TRT’nin yarım asırlık haber ve program tecrübesinden yararlanılsa iyi. Hayır; kurslarda bu genç Fethullahçılara “Sakın eskilerle konuşmayın, onlara itibar etmeyin” denildiği biliniyor. Neyse efendim; bunlar Samanyolu Televizyonu Haber Merkezine çevirdikleri TRT Haber Merkezinde son günlerde tehlikeli bir habercilikle uğraşıyorlar. Bu cemaatin Kürtçülükle, Kürtçülerle, Ermenicilikle, Etnik Azınlıklarla dirsek temasını cemaatin gazetesinden ve televizyonundan biliyorduk ama bu tutumlarını TRT’ye de taşıdılar. Devletin değil, sanki bir cemaatin Haber Merkezi haline getirdikleri TRT Haber’de olmayacak abuk sabukluklar yaşanmaya başladı. Ve en sonunda AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’i bile çileden çıkarttılar! “ AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in TRT ve AA üzerine söylediği sözler Bülent Arınç'ı çok kızdıracak. „[1] başlığıyla verilen haber aynen şöyle;
“Terör örgütü PKK'nin ikinci adamı Murat Karayılan'ın İran'da yakalandığı yönündeki doğrulanmayan haberleri yayınlayan TRT ve AA'ya, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in "AA ve TRT resmen çuvalladı" sözleri, Bülent Arınç'ı kızdaracak.A Haber'e konuk olan AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik TRT ve AA'nın habercilik anlayışını sert sözlerle eleştirdi. "Karayılan İran'da yakalandı" haberinin yayınlanması sırasında Kanal 7'de bir programda olduğunu ve konuya ilişkin sorularla karşılaştığını belirten Çelik, şöyle konuştu:
"Ben uluslar arası ajansların ve resmi makamların teyit etmemesi halinde bununla ilgili net bir şey söyleyemeyeceğimi söyledim. Özel kanallar şu ve ya bu haberleri yayınlayabilir. Onların kendi problemidir ama bu meselede; devletin kanalı TRT ve devletin haber ajansı Anadolu Ajansı resmen çuvallamıştır ve bir habercilik skandalına imza atmıştır. Gerekçeleri ne olursa olsun bu kadar acemi davranmaya kimsenin hakkı yoktur.
TRT VE AA KARAYILAN PROPOGANDASI YAPTI
Bütün özel televizyonlar bütün haber kanalları yayınları kestiler saatlerce Murat Karayılan ile ilgili haberler yaptılar. Malesef Murat Karayılan'ı biraz da efsaneleştiren bir sürecin yaşanmasına sebebiyet verdiler. Bir nevi PKK propagandası oldu. Bunu insanlar isteyerek mi yaptı? Elbette yapmadılar. Bunun amacı PKK propagandası yapmak değildi. Ama bunun olmasına TRT ve AA sebep olmuştur."
Tabii Fethullahçı habercilerin işlediği cürümler, birkaç gün önceki bu olayla sınırlı kalmayacaktı. Türk Devletini, Ordusunu düşman gibi gören bu zihniyet TRT haberlerine yansımaya devam edecekti. Etti de! Nitekim Kandil’e yapılan son harekât ile ilgili olarak www.trthaber.com sitesinde (ve dolayısıyla TRT Haber Bültenlerinde yer alan) haberlere bakıldığında bu durum daha net görülüyor.
Öncelikle 18 Ağustos 2011 tarihinde öncelikli haber olması gereken Genelkurmay açıklaması haber, TRT haber metninde tam olarak verilmiyor. Hâlbuki TRT, bu gibi olaylarda, protokol haberciliği yaftasını bir kenara bırakır ve milimi milimine yetkililerin verdiği bilgileri aktarırdı. 5 maddelik Genelkurmay açıklamasının kötü bir özetinin verildiğini söyleyelim. Diğer haberlere bakıldığında çok vahim bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Maalesef, TRT web sitesinde yer alan haberlere bakıldığında TRT’nin devlet televizyonu tavrını bir yana bırakıp, örgüt televizyonu ağzıyla yayın yaptığı açıkça görülmektedir.
FETHULLAHÇI TRT HABER, TÜRK ORDUSUNDA ZAAFİYET VAR, HAİN ASKERLER PKK’YA BİLGİ VE BELGE TAŞIYOR DİYOR!
Çok önemli bir harekât yapılıyor ve harekâtın akabinde yayınlanan, TRT’nin haber metinlerinde verdiği bilgi ve görüntülerle PKK’lıları, PKK’yı ve PKK propagandasını öne çıkardığı şu üç habere (aynen alınmıştır) bakınız;
“Şok İddia: Hepsi PKK'nın Elinde Son bir ayda yapılan hain saldırı ve pusuların ardından gözler tekrar zaafiyet noktlarına çevrildi. Konuyla ilgili çok çarpıcı bir haber yayınlandı.
Örgütten ayrılanların anlattıklarına yer verilen haberde, Ronai adını kullanan eski bir terörist, "TSK'ya ait harita, kroki ve kriptolar örgüte ulaştırılıyor." dedi.
Aksiyon dergisinde yayınlanan habere göre, 'sızmaların önlenmesinin' yeni komuta kademesinin hedefi olduğu belirtiliyor.
Ronai adını kullanan ve halen Kuzey Irak'ta yaşayan eski PKK'lı tim komutanının sözleri, terörle mücadelede neden başarısız olunduğunu da gösteriyor.
Kısa süre önce örgütten ayrılan Ronai, rütbeli askerlerin sürekli örgüt kamplarına geldiğini, toplantılar yaptıklarını iddia ediyor.
Örgüte yeni patlayıcılar ve ilaç yardımı yapıldığını söyleyen Ronai, askerî sırların, terör örgütünün eline günlük, haftalık ve aylık olarak geçtiğini iddia ediyor.
Ronai bu durumu şöyle anlatıyor: "Bunlar çoğu zaman elden kurye aracılığı ile ulaştırılırdı. Bazen de haberleşme araçları kullanılırdı. Asker arazi taramasına veya operasyona çıktığında eğer önceden bilgi yoksa hemen bize haber ulaştırılırdı. Asker olduğunu bildiğimiz kişiler gerilla kıyafetiyle ya da sivil kıyafetle bilgiler getirirdi. Toplantılarımıza katılır, bize ne zaman nasıl operasyon yapmamız gerektiğini anlatırlardı. Bunu saha komutanlarımızın hepsi bilir. Ben tim komutanı olarak bu toplantıların bazısına katılırdım. Bir sefer ismini bilmediğimiz ancak 'albayım' dedikleri birinin geldiğini biliyorum. Esmer tenli, 1.80 boylarında, hafif göbekli biriydi. Yanında iki sivil giyimli kişi vardı. Kelareş kampına kadar gelip bizimle toplantı yaptı. Seçimlerde ve sonrasında neler yapmamız gerektiğini anlattı. İmam Aziz (Tan) Hoca ve başka 6 kişinin infaz edilmesi için isimleri bu kişi verdi."
Kuzey Irak'ta peşmergeler tarafından korunan güvenlikli bir bölgede yaşayan Ronai'nin şu sözleri örgütün karakol ve askerî birliklere kolayca saldırı düzenlemesini de açıklıyor: "Bize haritalar getirildi. Askerî, özel haritalar. Krokiler de vardı. Karakolların nerede olduğunu, asker sayısı, mühimmat durumu, komutanların özel ve genel durumları gibi bilgiler gelirdi. Bazen de kriptolu bilgiler getirilirdi. Bunları içimizdeki asker kökenliler hemen çözerdi. Bize ona göre talimat verilirdi. Bunları görünce örgütten kaçtım. Benim gibi olanlar çok ama şanslı sayılmazlar. Kaçmak isteyen 5 genç arkadaşımız kurşuna dizildi. Askerî haritalarda Doğu ve Güneydoğu'da bütün tabur, alay, karakol ve devriye ekiplerinin güzergâhı bulunuyordu. Başarılı olan komutanların ne zaman izine gidecekleri, acemi asker sayısı, özel eğitimli askerlerin nerede görev yaptıkları gibi bütün bilgiler gelirdi. Bazen telsizlerdeki şifreler de ulaştırılırdı. Aynı kodla askerleri rahatça dinleyebiliyorduk."
Son süreçte yapılan bütün operasyonların karşılıklı bilgi paylaşımıyla olduğunu anlatıyor Ronai: "Silvan'da 13 askerin şehit edilmesi, açık alanda askerlere yönelik saldırıların düzenlenmesi böylesi yardımlar sonucunda gerçekleşmiştir. PKK'nın çıplak arazide operasyon yapması bu kadar kolay değil. Çünkü saldırı ve pusudan çok daha önemli olan zayiat vermeden bulunulan alanı kolayca terk etmektir. Oysa olayların meydana geldiği yerlerde kaçmak mümkün değil. İki helikopterle, saldırıyı yapanlar kolayca avlanır. Ama buna birileri izin veriyor. Aktütün ve Dağlıca'da izin verdikleri gibi." (Eklenme tarihi : 18 Ağustos 2011 07:48, Düzenlenme tarihi : 18 Ağustos 2011 10:17 )”[2]
TRT’NİN AKILLARA ZİYAN İKİNCİ HABERİ DE TIPKI İLKİ GİBİ; ORDUYU YIPRATMAYA YÖNELİK ve PKK PROPAGANDASI YAPIYOR.
Aşağıdaki haber PKK Propagandası yapmakta, orduyu, devlet organlarını yıpratmaktadır ve TRT Web sitesinde yayınlanmıştır. Aynen şöyledir;
“Herkesin Bildiği Gerçek. Hakkari ve çevresini baskı altına alan PKK terör örgütü, şehir merkezine çok yakın bir bölgede kamp kurarak yaşadığı iddia ediliyor. Teröristlerin kent merkezine bu kadar yakın mesafede bu kadar rahat hareket etmeleri de merak konusu...
PKK'lı grubun Kavaklı bölgesindeki Kato-Marinus kampında yaşadığı belirtilen 150 kişilik terörist grubun kaldığı bu kampın Hakkarililer tarafından da bilindiği iddia ediliyor.
Kamplarda yaşananlarla ilgili korkunç iddialar da var. Teröristler bölgedeki zaafiyetten faydalanarak, insanları bu kamplara götürülerek korkutuyor.
Kahvedeki insanlar, kimin sorguya alındığını, kim tarafından hesaba çekildiğini, hangi cezaya çarptırıldığını tek tek sıralıyor.
İki aşiret reisinin kampa götürülerek sabaha kadar dövüldüğü anlatılıyor.
Gece bir mahalleden diğerine giderken arabasının durdurulduğunu, militanlar tarafından kendisine parola sorulduğunu anlatanların sayısı az da değil. Aslında Hakkari'nin bu durumu en çok Hakkarilileri vuruyor.
Özellikle bir yıl önce yine Ramazan ayında imam Aziz Tan'ın PKK'lılar tarafından şehit edilmesinden sonra insanlardaki endişeler arttı.
Birçok Hakkarili Van başta olmak üzere çevre illere göç etmeye başladı.” (Eklenme tarihi : 18 Ağustos 2011 10:42) [3]
TRT’NİN, PKK PROPAGANDASINA ZEMİN HAZIRLAYAN VE TÜRK HALKINA KARAMSARLIK AŞILAYAN ÜÇÜNCÜ HABERİ
Bu haber metnini de TRT’nin web sitesinden aynen aktarıyorum;
“İki Askerimiz Kaçırıldı mı?
Hakkari Valisi, iki şehit cenazesine ulaşamadıklarını söyledi.
Hakkari Valisi Muammer Türker, dün akşam saatlerinde yaptığı açıklamada, ellerinde köy korucusu ile birlikte 8 şehit canezesinin olduğunu söyledi.
Vali Türker, isim açıklamadan "Elimizde 8 şehit cenazesi var. 2 cenazeye de ulaşamadık. Cenazelerden biri Binbaşı'ya, diğeri de uzman çavuş ait" dedi.
Vali Türker, şehitler için bugün Hakkari Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı'nda da tören yapılacağını belirtti.” (Eklenme tarihi : 18 Ağustos 2011 07:11, Düzenlenme tarihi : 18 Ağustos 2011 09:39)[4]
Bu haber metinlerini yazanların Türkçeyi çok iyi bilmedikleri, haber metnini alıntıladıkları derginin de Aksiyon olduğunu düşünürsek şöyle bir çıkarma yapabiliriz: Fethullahçı TRT Haber Merkezi, Türk Ordusunun ve devletinin gücünü anlatması gereken bir dönemde bunların değil PKK’nın propagandasını yapmaktadır.
TRT’nin, Türk Devleti için hayati önemi olan Kandil harekâtı sonrasında yaptığı yukarıdaki haberler benim kanımı dondurdu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik TRT’nin PKK Propagandası yaptığını söylemekle yerden göğe kadar haklıdır. Türkiye Cumhuriyetinin terörle neden başa çıkamadığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Türk Ordusunun mensuplarını PKK ile işbirliği içinde gösteren bu haberler, aslında PKK’ya kimin hizmet ettiğinin çok net bir belgesidir. (Web sitesinden kaldırılmadan örnekleri kopyalanmalı) Bu haberler hangi haberciye gösterilirse gösterilsin, hangi gazeteciye gösterilirse gösterilsin size bunu söyleyecektir. TRT Genel Müdürü bu haberleri yayınlayan TRT Haber Merkezi çalışanlarını geldikleri televizyonlara derhal postalamalıdır. Habercilere (Hakkari’nin yanı başındaki PKK Kampı Haberi için) bir soruşturma açtırıp elinde böyle bir bilgi olduğu halde neden bunu devletin ilgili organlarına vermediğini sordurmalıdır. Bunu yapamıyorsa derhal istifa etmelidir, çünkü bu zihniyetin yayınladığı haberler onun başını ağrıtacak, kurduğu tatlı hayalleri söndürecektir. Türkiye Cumhuriyeti savcıları, AKP Genel. Bşk. Yrd. Hüseyin Çelik’in de dikkat çektiği bu konuyu yakından takip etmelidir. (Yürekli savcılarımız bu yazıyı aynı zamanda bir ihbar olarak kabul edebilirler.) Milletimiz de devletle husumeti olan ve kökü dışarıda olan bir cemaat zihniyetinin Türkiye’yi nerelere götürebileceğini ibretle görmelidir;
Kandil Harekâtı’nın olduğu bu günde, Şehitlerimiz ve Peygamber Ordusundaki askerlerimizden dolayı dudaklarımız kıpır kıpır. Sizi üzmek istemiyorum ama Dinlerarası Diyalog adı altında, Papalığın Diyalog Konsülü’nün emirlerini uygulayan Fethullah Gülen’in ekibinin yönettiği TRT Haber Merkezince yapılan bir başka haberi, fotoğrafıyla birlikte sizinle paylaşmak istiyorum; zira bu haber bu zihniyetin ne yapmak istediğini ortaya koyuyor:
“Parkta Günah Çıkarıyorlar
Katolik Kilisesi'nin 16-21 Ağustos tarihleri arasında düzenlediği "Dünya Gençlik Günleri" kapsamında Madrid'de bulunan yaklaşık bir milyon Katolik genç, park alanında kurulan portatif açık odalarda günah çıkartıyor.
Parkta günah çıkartıyorlarKentin merkezindeki Retiro Parkı'nda kurulan 200 portatif oda, saat 09.00 ile 22.00 arasında açık tutulurken, dönüşümlü olarak 800 rahip görev yapıyor.
Organizasyon yetkililerinden alınan bilgiye göre, 20 farklı dilde yapılan günah çıkarmalara günde 3 bin kadar genç katılıyor.
139 farklı ülkeden gelip Madrid'de toplanan Katolik gençlerle birlikte olacak Papa, havaalanından şehir merkezine kadar her zamanki zırhlı özel aracıyla seyahat edecek ve yolda gençleri selamlayacak....”[5] (Eklenme tarihi :18 Ağustos 2011 12:25, Düzenlenme tarihi : 18 Ağustos 2011 13:52)
Allah bu millete akıl, fikir ve daldığı derin uykudan uyanma gücü versin.
Sözüm size, bize hepimize.
[1] http://www.haberiniz.com/yazilar/haber38320-Bu_haber_AKPyi_karistiracak.html
[2] http://www.trthaber.com/haber/gundem/sok-iddia-hepsi-pkknin-elinde-6170/
[3] http://www.trthaber.com/haber/gundem/herkesin-bildigi-gercek-6187/
[4] http://www.trthaber.com/haber/gundem/iki-askerimiz-kacirildi-mi-6168.html
[5] http://www.trthaber.com/haber/dunya/parkta-gunah-cikariyorlar-6211.html
18 Ağustos 2011 Perşembe
17 Ağustos 2011 Çarşamba
"Gönülden Sesler" İlahi Yarışması Rezaleti
17 Ağustos 2011
Gönül kelimesinin Batı dillerinde bulunmayan, tamamen Türk milletine has bir kelime olduğunu işitmişsinizdir. TDK, “Gönül” sözünün anlamını; “Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı” ve mecazî anlamını ise “İstek, arzu” olarak vermektedir. Bu kelimenin önüne veya arkasına getirilen her kelime, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, belki de ben öyle düşünüyorum, ilk başta bize sıcak gelir. Çünkü gönül’ün sıcaklığı, saflığı, samimiyeti sinmiştir ona. Hatta gönülsüz kelimesi bile öyledir. Sözü uzatmayalım, sizlere bir televizyon yarışma programından (İlahi Yarışması) söz edeceğim. Programın adı “Gönülden Sesler”. Tabii olarak bu isimdeki bir programı, gönülden gelen, yürekten çıkan sesler duyacağımı düşünerek görmek istedim. Pop Starlar, Türkü starlar, Dans starlar... filan görmüştük de İlahi starları hiç görmemiştik. Ve “Gönülden Sesler” programına kısa bir süre bakmak gafletinde bulundum...
Bu kısa seyirciliğim bana çok pahalıya mal oldu. Bir kere böyle bir televizyonculuk, böyle bir yayıncılık olamaz diye saçımı başımı yoldum. Sonra o gece bu kepazeliği düşünmekten uykularım kaçtı, zaten çok kısa olan Ramazan Gecelerim daha da kısaldı. İftar öncesi eksik uykularımı tamamlama çabası, sonrası teravihe yetişme kaygısı, döner dönmez uyku, saatinde sahura kalkıp yeme telaşı, sonrasında mukabeleye camiye yetişme, dönüşte işe gitmeden biraz daha uyku şeklindeki programım bozuldu. Başka ne gibi kepazelikler oluyor diye yine aynı programa zaman zaman bakma ihtiyacı hissettim. Ramazan boyunca televizyonu hayatımdan çıkarmaya çalışacaktım, olmadı. Üstelik “Bir kanalın yarışma programında bunca kepazelik oluyorsa, bunca kanalın iftar ve sahur programlarında kim bilir neler oluyor, ne herzeler yeniyordur.” diye daha çok televizyona bakmaya başladım.
Müzikle yakından ilgilenir, Türk Tasavvuf Müziğini de az çok bilirim. Kanal 7’de yapılan Gönülden Sesler programındaki kadar kötü tasavvuf müziği örneği, Türk televizyonculuk tarihinde bir araya getirilmemiştir.Ulusal çapta yayın yapan televizyonlar, bu kadar kötü örneği seyircisine seyrettiremez. Seyircinin maneviyatının yüksek olduğu bir ayda, konusu tasavvuf olan bir yarışma programı sunuyorum diye böyle bir kepazeliği seyircisine harikalar sunuyorum şeklinde yutturamaz. Böyle yapılırsa bunun adı din istismarcılığı, maneviyat istismarcılığıdır. Kanal 7 başka programlarını bilemem ama bu programıyla din istismarcılığı yapmaktadır. RTÜK de buna sessiz kalmaktadır.
Bir programın, o da sadece bir bölümünde çok kötü bir beste seslendirilmiş olabilir, hiç olmazsa sözleri güzeldir, yahut iyi bir eser kötü bir icra ile karşınıza çıkar ve siz bu eksikliği, konu tasavvuf olduğu için; uzmanı ve icracılarının az olduğu bir alanda olduğunuzu düşünerek (Sonradan öyle olmadığını çok kötü olan bu örneklerden piyasada binlercesinin cirit attığını öğrendim) veya canlı yayında bunlar olabilir diyerek, hoş görebilirsiniz. Ama öyle değil kardeşim; Ne beste besteye benziyor, usül yok, makam yok, ne söz söze benziyor, ne icra icraya. Ne söyleyen, ne de çalan tasavvuf müziğinin yanından bile geçemiyor. Nerede o yüzyıllardır söylediğimiz, halka mal olmuş, anonimleşmiş Yunus ilahileri, nerede bunlar. Üstelik beste olduğu düşünülebilecek eserler de çok kötü. Tahir Karagöz’ün, Ahmet Hatiboğlu’nun ve İrfan Gürdal’ın bestelerinin çok çok uzağındaki kötü örnekler bize övülerek sunuluyor. Maalesef yarışma jürisinde de Yıldırım Bekçi gibi tanınmış bir sanatçı var. (Diğer üyeler İkbal Gürpınar ve Mustafa Demirci)
Tasavvuf Müziğine gönül veren amatörler, “Ben daha iyi ilahi okurum” diyenler yarışmaya davet edilmiş. Yarışmanın amacı bu müziği toplumun gündemine taşıyıp ilgiyi arttırmakmış. Konya, Ankara, Kayseri, Şanlıurfa, Erzurum, Trabzon, Bursa ve İstanbul’da 15-25 Temmuz 2011 tarihleri arasında yapılan ön elemelerde seçilen 13 kişi finale kalmışlar ve halen yarışıyorlar. Hayır, sanırsınız ki Türk Tasavvuf Müziğinin en kötü örneklerini bulun getirin diye bir geziye çıkmışlar ve yarışmacıları bulmuşlar. (Hak yemeyelim; içlerinde nalsı olmuşsa Türk Tasavvuf Müziği söyleyen bir aday var) Programda güya Türkçe, Arapça ve Kürtçe ilahiler söyleniyor. İlahi demeğe bin şahit lazım. Sanki bir oyun havası dinliyormuşsunuz gibi. Hani Flash TV’de, gazino benzeri bir stüdyoda Romanlarla bir program yapılıyor ya, tıpkı o. Gazinoda bir oyun havası dinliyor gibi ilahi dinliyorsunuz. Tek farkı, göbek göremiyorsunuz, onun yerine başı örtülü ama boyalı suratlarla, sürmeli gözlerle filan idare edeceksiniz! Değil insana uhrevi bir zenginlik katmak, insanı dinden çıkarır bunlar. Düşündüm ve bir türlü bu programın faziletini anlayamadım. Kendime bakıyorum, bu programa bakıyorum, Müslümanlar böyle seviyesiz şeylere güzel diye bakabilir mi ey güzeli seven Allah’ım diye düşünüyorum, çıldıracağım...
Bu yarışma programı vesilesiyle, elimde kumanda, televizyonlardaki iftar ve sahur programlarını dolaşmaya başladım ya, sonunda meseleyi çözdüm: Önce Amerika’daki zencilere yönelik bazı kiliselerde ve Güney Amerika’daki kiliselerde yapılan (filmlerden gördüğüm) şarkılı, danslı ayinler aklıma geldi. Hıristiyan misyonerlerin Afrika’da kurduğu kiliselerde yapılan ayinleri hatırladım. Eğitim seviyesi düştükçe, sömürebilmek için nasıl dinin kullanıldığını düşündüm. Sonra, son beş yıldır, Türkiye’de, başta TRT olmak üzere televizyonlarda yapılan Ramazan ve Mevlit programlarını düşündüm. Bu programlarda eskiden klasik sazlarımız eşliğinde veya sazsız, çoğu halka mal olmuş veya büyük bestekârlara ait eserler icra edilirdi. Sonra bunlar değişti. İngilizce, Arapça ilahiler, başta devlet televizyonu olma üzere icra edilmeye, hatta görüntülerle sunulmaya başlandı. Sonra Samanyolu gibi televizyonlarda cami dışı mevlit programları düzenlenmeye başlandı. (Konser salonlarındaki bu Mevlit özel programları nedense bana “Camilere kiliselerdeki gibi sıra koyalım” diye kanun teklifi veren politikacıları hatırlatmıştır.) Sonra Türk Tasavvuf Müziğinin o dev repertuarı unutuldu, kaliteli sanatçılar ortalıktan yok oldular ve yerine yerden bitme sesi oturmamış, ben nezleli diyeyim de siz koyun melemesi düşünün, sanatçılar, ilahi adı altında bu garip şeyleri sunmaya başladılar. Türk Müziği Koroları, Konservatuarlar, TRT gibi konuyla ilgisi olan kurumlar ve hiçbir otorite bu kepazeliği ifşa etmedi. Bu kötü akım gittikçe yaygınlaştı. Güzel şeyler meydandan süpürülünce, kötü örnekler hemen onların yerini aldı. Artan talep nasıl çakma hocaları çıkardıysa, çakma ilahi sanatçıları, toplulukları ortaya çıkmaya başladı. (Ben bunlardan bir tanesini Ankara Hacı Bayram’da bu Ramazan’da kurulan sahnede “Hacı teyzelerin benden en çok istedikleri ilahi” diye takdim ettiği, bir şarkı güftesine uydurulmuş ilahisinin ancak girişine tahammül edebildim. ) Hatta iş o raddeye geldi ki bir televizyon kanalında bayan mukabele grubuna erkek hoca Kur’an okumaya başladı. İstisnasız bütün televizyonlar ilahi yayınlıyoruz diye, kesinlikle Türk Müziği ile ilgisi olmayan, Arap müziği değil Arabesk müzik tesirli, def ağırlıklı sazlarla, Türkçe, Arapça ve Kürtçe sözlü, estetikten uzak, müzik olarak çok kötü şarkılar yayınlamaya başladılar. (Bunlar sanki sunucularını da özel olarak seçiyor; kılık, kıyafet, tavır, üslup, hak getire.) Maalesef TRT bütün bu işlerin öncülüğünü yaptı; çakma sanatçılarla ilahi icraları, İngilizce ilahiler, sunucular...
Özetle, Türkiye’de Türk dini hayatına güzellik katan ne varsa içine su katılmaya, bozulmaya, laçkalaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun içinde Türk Müziği, Türk Tasavvuf Müziği de vardır ve yerine Arap besteli, Arapça ve Kürtçe sözlü şarkılar ikame edilmeye çalışılmaktadır. Klasik Türk Sazları yerine onlarca defin kullanıldığı Arap saz takımı getirilmektedir. Selâtin camilerinde hâlâ örneği görülebilecek haşmetli Türk Tasavvuf Müziği, TRT’den de çekilmiştir ve başta Kanal 7 olmak üzere, televizyonlar elinden büyük darbe yemektedir. Özellikle şu son Gönülden Sesler Yarışması, herzeye dikilen son cığa, tüy olmuştur.
Gittikçe Arap ezanlarına benzeyen tekdüze ezanlarla, Arap usulü kıratlarla karşılaşıyor, birbirinden uzak makamlarda söylemeye başlıyoruz. Bildiğimiz ve ortak icra edebileceğimiz ilahileri icra edemez hale geleceğiz. Çocuklarımız sürekli yabancı müzik dinlediği için Türkü söyleyemez hale geldiler bile. Şimdi, birlikte türkü çağıramayan, ilahi söyleyemeyen bir milletin sonunun ne olacağını düşünüyorum.
Bize “Ya kültürünü terk et İngiliz hayranı ol, ya cahil kal, Arap ol, Kürt ol, ama asla (muhteşem) kendin olma!” deniliyor. Bununla kalsa iyi, bu dayatma devlet eliyle uygulanıyor. Cehalete doğru son sürat gidiyoruz. Gaflet, dalalet ve hıyanet “Sizde bir türlü bizde bin türlü”...
Bu millet çok sabırlı bir millet yahu!
Gönül kelimesinin Batı dillerinde bulunmayan, tamamen Türk milletine has bir kelime olduğunu işitmişsinizdir. TDK, “Gönül” sözünün anlamını; “Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı” ve mecazî anlamını ise “İstek, arzu” olarak vermektedir. Bu kelimenin önüne veya arkasına getirilen her kelime, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, belki de ben öyle düşünüyorum, ilk başta bize sıcak gelir. Çünkü gönül’ün sıcaklığı, saflığı, samimiyeti sinmiştir ona. Hatta gönülsüz kelimesi bile öyledir. Sözü uzatmayalım, sizlere bir televizyon yarışma programından (İlahi Yarışması) söz edeceğim. Programın adı “Gönülden Sesler”. Tabii olarak bu isimdeki bir programı, gönülden gelen, yürekten çıkan sesler duyacağımı düşünerek görmek istedim. Pop Starlar, Türkü starlar, Dans starlar... filan görmüştük de İlahi starları hiç görmemiştik. Ve “Gönülden Sesler” programına kısa bir süre bakmak gafletinde bulundum...
Bu kısa seyirciliğim bana çok pahalıya mal oldu. Bir kere böyle bir televizyonculuk, böyle bir yayıncılık olamaz diye saçımı başımı yoldum. Sonra o gece bu kepazeliği düşünmekten uykularım kaçtı, zaten çok kısa olan Ramazan Gecelerim daha da kısaldı. İftar öncesi eksik uykularımı tamamlama çabası, sonrası teravihe yetişme kaygısı, döner dönmez uyku, saatinde sahura kalkıp yeme telaşı, sonrasında mukabeleye camiye yetişme, dönüşte işe gitmeden biraz daha uyku şeklindeki programım bozuldu. Başka ne gibi kepazelikler oluyor diye yine aynı programa zaman zaman bakma ihtiyacı hissettim. Ramazan boyunca televizyonu hayatımdan çıkarmaya çalışacaktım, olmadı. Üstelik “Bir kanalın yarışma programında bunca kepazelik oluyorsa, bunca kanalın iftar ve sahur programlarında kim bilir neler oluyor, ne herzeler yeniyordur.” diye daha çok televizyona bakmaya başladım.
Müzikle yakından ilgilenir, Türk Tasavvuf Müziğini de az çok bilirim. Kanal 7’de yapılan Gönülden Sesler programındaki kadar kötü tasavvuf müziği örneği, Türk televizyonculuk tarihinde bir araya getirilmemiştir.Ulusal çapta yayın yapan televizyonlar, bu kadar kötü örneği seyircisine seyrettiremez. Seyircinin maneviyatının yüksek olduğu bir ayda, konusu tasavvuf olan bir yarışma programı sunuyorum diye böyle bir kepazeliği seyircisine harikalar sunuyorum şeklinde yutturamaz. Böyle yapılırsa bunun adı din istismarcılığı, maneviyat istismarcılığıdır. Kanal 7 başka programlarını bilemem ama bu programıyla din istismarcılığı yapmaktadır. RTÜK de buna sessiz kalmaktadır.
Bir programın, o da sadece bir bölümünde çok kötü bir beste seslendirilmiş olabilir, hiç olmazsa sözleri güzeldir, yahut iyi bir eser kötü bir icra ile karşınıza çıkar ve siz bu eksikliği, konu tasavvuf olduğu için; uzmanı ve icracılarının az olduğu bir alanda olduğunuzu düşünerek (Sonradan öyle olmadığını çok kötü olan bu örneklerden piyasada binlercesinin cirit attığını öğrendim) veya canlı yayında bunlar olabilir diyerek, hoş görebilirsiniz. Ama öyle değil kardeşim; Ne beste besteye benziyor, usül yok, makam yok, ne söz söze benziyor, ne icra icraya. Ne söyleyen, ne de çalan tasavvuf müziğinin yanından bile geçemiyor. Nerede o yüzyıllardır söylediğimiz, halka mal olmuş, anonimleşmiş Yunus ilahileri, nerede bunlar. Üstelik beste olduğu düşünülebilecek eserler de çok kötü. Tahir Karagöz’ün, Ahmet Hatiboğlu’nun ve İrfan Gürdal’ın bestelerinin çok çok uzağındaki kötü örnekler bize övülerek sunuluyor. Maalesef yarışma jürisinde de Yıldırım Bekçi gibi tanınmış bir sanatçı var. (Diğer üyeler İkbal Gürpınar ve Mustafa Demirci)
Tasavvuf Müziğine gönül veren amatörler, “Ben daha iyi ilahi okurum” diyenler yarışmaya davet edilmiş. Yarışmanın amacı bu müziği toplumun gündemine taşıyıp ilgiyi arttırmakmış. Konya, Ankara, Kayseri, Şanlıurfa, Erzurum, Trabzon, Bursa ve İstanbul’da 15-25 Temmuz 2011 tarihleri arasında yapılan ön elemelerde seçilen 13 kişi finale kalmışlar ve halen yarışıyorlar. Hayır, sanırsınız ki Türk Tasavvuf Müziğinin en kötü örneklerini bulun getirin diye bir geziye çıkmışlar ve yarışmacıları bulmuşlar. (Hak yemeyelim; içlerinde nalsı olmuşsa Türk Tasavvuf Müziği söyleyen bir aday var) Programda güya Türkçe, Arapça ve Kürtçe ilahiler söyleniyor. İlahi demeğe bin şahit lazım. Sanki bir oyun havası dinliyormuşsunuz gibi. Hani Flash TV’de, gazino benzeri bir stüdyoda Romanlarla bir program yapılıyor ya, tıpkı o. Gazinoda bir oyun havası dinliyor gibi ilahi dinliyorsunuz. Tek farkı, göbek göremiyorsunuz, onun yerine başı örtülü ama boyalı suratlarla, sürmeli gözlerle filan idare edeceksiniz! Değil insana uhrevi bir zenginlik katmak, insanı dinden çıkarır bunlar. Düşündüm ve bir türlü bu programın faziletini anlayamadım. Kendime bakıyorum, bu programa bakıyorum, Müslümanlar böyle seviyesiz şeylere güzel diye bakabilir mi ey güzeli seven Allah’ım diye düşünüyorum, çıldıracağım...
Bu yarışma programı vesilesiyle, elimde kumanda, televizyonlardaki iftar ve sahur programlarını dolaşmaya başladım ya, sonunda meseleyi çözdüm: Önce Amerika’daki zencilere yönelik bazı kiliselerde ve Güney Amerika’daki kiliselerde yapılan (filmlerden gördüğüm) şarkılı, danslı ayinler aklıma geldi. Hıristiyan misyonerlerin Afrika’da kurduğu kiliselerde yapılan ayinleri hatırladım. Eğitim seviyesi düştükçe, sömürebilmek için nasıl dinin kullanıldığını düşündüm. Sonra, son beş yıldır, Türkiye’de, başta TRT olmak üzere televizyonlarda yapılan Ramazan ve Mevlit programlarını düşündüm. Bu programlarda eskiden klasik sazlarımız eşliğinde veya sazsız, çoğu halka mal olmuş veya büyük bestekârlara ait eserler icra edilirdi. Sonra bunlar değişti. İngilizce, Arapça ilahiler, başta devlet televizyonu olma üzere icra edilmeye, hatta görüntülerle sunulmaya başlandı. Sonra Samanyolu gibi televizyonlarda cami dışı mevlit programları düzenlenmeye başlandı. (Konser salonlarındaki bu Mevlit özel programları nedense bana “Camilere kiliselerdeki gibi sıra koyalım” diye kanun teklifi veren politikacıları hatırlatmıştır.) Sonra Türk Tasavvuf Müziğinin o dev repertuarı unutuldu, kaliteli sanatçılar ortalıktan yok oldular ve yerine yerden bitme sesi oturmamış, ben nezleli diyeyim de siz koyun melemesi düşünün, sanatçılar, ilahi adı altında bu garip şeyleri sunmaya başladılar. Türk Müziği Koroları, Konservatuarlar, TRT gibi konuyla ilgisi olan kurumlar ve hiçbir otorite bu kepazeliği ifşa etmedi. Bu kötü akım gittikçe yaygınlaştı. Güzel şeyler meydandan süpürülünce, kötü örnekler hemen onların yerini aldı. Artan talep nasıl çakma hocaları çıkardıysa, çakma ilahi sanatçıları, toplulukları ortaya çıkmaya başladı. (Ben bunlardan bir tanesini Ankara Hacı Bayram’da bu Ramazan’da kurulan sahnede “Hacı teyzelerin benden en çok istedikleri ilahi” diye takdim ettiği, bir şarkı güftesine uydurulmuş ilahisinin ancak girişine tahammül edebildim. ) Hatta iş o raddeye geldi ki bir televizyon kanalında bayan mukabele grubuna erkek hoca Kur’an okumaya başladı. İstisnasız bütün televizyonlar ilahi yayınlıyoruz diye, kesinlikle Türk Müziği ile ilgisi olmayan, Arap müziği değil Arabesk müzik tesirli, def ağırlıklı sazlarla, Türkçe, Arapça ve Kürtçe sözlü, estetikten uzak, müzik olarak çok kötü şarkılar yayınlamaya başladılar. (Bunlar sanki sunucularını da özel olarak seçiyor; kılık, kıyafet, tavır, üslup, hak getire.) Maalesef TRT bütün bu işlerin öncülüğünü yaptı; çakma sanatçılarla ilahi icraları, İngilizce ilahiler, sunucular...
Özetle, Türkiye’de Türk dini hayatına güzellik katan ne varsa içine su katılmaya, bozulmaya, laçkalaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun içinde Türk Müziği, Türk Tasavvuf Müziği de vardır ve yerine Arap besteli, Arapça ve Kürtçe sözlü şarkılar ikame edilmeye çalışılmaktadır. Klasik Türk Sazları yerine onlarca defin kullanıldığı Arap saz takımı getirilmektedir. Selâtin camilerinde hâlâ örneği görülebilecek haşmetli Türk Tasavvuf Müziği, TRT’den de çekilmiştir ve başta Kanal 7 olmak üzere, televizyonlar elinden büyük darbe yemektedir. Özellikle şu son Gönülden Sesler Yarışması, herzeye dikilen son cığa, tüy olmuştur.
Gittikçe Arap ezanlarına benzeyen tekdüze ezanlarla, Arap usulü kıratlarla karşılaşıyor, birbirinden uzak makamlarda söylemeye başlıyoruz. Bildiğimiz ve ortak icra edebileceğimiz ilahileri icra edemez hale geleceğiz. Çocuklarımız sürekli yabancı müzik dinlediği için Türkü söyleyemez hale geldiler bile. Şimdi, birlikte türkü çağıramayan, ilahi söyleyemeyen bir milletin sonunun ne olacağını düşünüyorum.
Bize “Ya kültürünü terk et İngiliz hayranı ol, ya cahil kal, Arap ol, Kürt ol, ama asla (muhteşem) kendin olma!” deniliyor. Bununla kalsa iyi, bu dayatma devlet eliyle uygulanıyor. Cehalete doğru son sürat gidiyoruz. Gaflet, dalalet ve hıyanet “Sizde bir türlü bizde bin türlü”...
Bu millet çok sabırlı bir millet yahu!
10 Ağustos 2011 Çarşamba
İhanet Dört Yanımıza Dolanmış Olsa Da...
10 Ağustos 2011
Benim milletim çok saf ve temizdir. Yüzyıllarca düşmanlarının saldırıları ile yıprandı, yorgun düştü. Kendi içinden çıkarıp başına geçirdiği yöneticilerinin gaflet ve ihanetlerinden çok çekti. Eğitimsiz kaldı, cahil bırakıldı. Bu sahipsizlik içinde hayata tutunmaya, karnını doyurmaya, kendi işini kendi görmeye çalıştı. Onu yönetenler hep şunu aşıladılar: “Karnını doyurabiliyor ya daha ne istiyor?” İşte yüzlerce yıldır kulağına söylenen bu sözler, milletimin beynini uyuşturdu. Düşünemez, aklını kullanamaz oldu. Bugünü düşünse bile geleceğini hiç düşünmüyor.
Temmuz sonlarına doğru ve Ağustos başlarında Türkiye’de cereyan eden hadiseler öyle yenilir yutulur olaylardan değildi. Arka arkaya karakol baskınları, şehit cenazeleri... Bunun önüne geçemeyen bir ordu olmaz olsun demeye başladık. Sonra orduda bir büyük operasyon yapıldı ve biz bu cenazelerin sebebini anlamış olduk. Bu tartışmaların gölgesinde sessiz sedasız Özerklik ilan edildi. Gafletteki değil, ancak ihanet içindeki yöneticiler, adına “Demokratik Özerklik İlanı”[1] denilen bu bin yılın ihanetine sessiz kalabilirlerdi, öyle yaptılar. Yine, Demokratik Toplum Kongresi’nin (savcıların adres bulamadığı bir kurum!) düzenlediği “Özerk Kürdistan Parlamentosu Seçimleri”ne[2] sessiz kalınması kepazeliği için söylenebilecek bir söz bulamıyorum. Türkiye’yi parçalayarak daha kolay lokmalar haline getirmeyi amaçlayan böyle bir kahpeliğe sessiz kalanlar da en az bu ihanete katılanlar kadar suçludur ve cezalarını çekmelidir. Çekeceklerdir... Bölücülüğü tescilli Kemal Burkay’ın AB Bakanı (!) Egemen Bağış tarafından merasim ve canlı yayın eşliğinde Türkiye’ye getirilişi var...
Bildiğim kadarıyla Türk milletiyle ilgisi olmayan bir Kürt milleti yoktur ve Türklerin ayrılmaz ve ayrılmayacak bir parçası olan Kürtler için özerklik, bağımsızlık isteklerini ilk dile getirenler sömürgeci milletler olmuştur. Özellikle İngilizler, Ruslar, Fransızlar, Almanlar bu konuya ciddi yatırımlar yapmışlardır. Yüzyıllarca, kendini Kürt olarak tanımlayanlar, ayrı bir millet olduklarını akıllarına bile getirmediler. Ta ki oryantalistler, istihbaratçılar, sömürgeciler onları fark edene kadar. Önce Kürtçe sözlükler hazırlandı. Ardından dergiler, kitaplar basılmaya başlandı. Sömürgecilerin parasını verdiği filmler çekildi. Yine sömürgecilerin parasını el altından verdiği özel-resmi televizyonlar kuruldu. Sömürgecilerin kontrolündeki basın yayın organları gece gündüz bu meseleyi kurcaladılar, kanattılar. Tabii yine kendilerinin desteklediği terör örgütleri ile binlerce insanı öldürmekle kalmadılar; cezaevlerine gönderdikleri adamları orada eğittiler, mezradan -bizim çocuklar (!) marifetiyle- kaldırıp şehre göç ettirdikleri çoluk çocuğa kurtarılmış mahalleler kurdurdular. Yurt dışına PKK eliyle ciddi bir göç gerçekleştirildi ve bu insan malzemesi, Avrupa’da eğitime tabi tutuldu. Parasını sömürgecilerin verdiği radyo ve televizyonlarla genç beyinler afyonlandı. Yetiştirilenler, müstakbel Kürdistan’ın yerel yöneticileri olarak Türkiye’ye gönderildiler. Böylelikle sömürgecilerin çizdiği senaryoya uygun bir şekilde, günün birinde polise taş atan, askere kurşun sıkan çocuklar, kendilerini Türk milletinden ayrı bir Kürt milleti olarak görmeye başladılar. Seçimlerde gittikçe güçlenen terör yandaşı bir parti ortaya çıktı. Şehirleri çiftliği olarak gören ve öyle idare eden, sokakların pisliğine bakılmaksızın baş tacı edilen yerel yöneticiler yetişti. Bunlar pisliklerine bakılmadan Avrupa’ya çağrılıp başka bir milletin mensubu olarak çeşitli meclislerde konuşturuldular. Terör bir yandan can alırken, bir yandan da teröriste saygı gösterilmeye başlandı. Önce “Sayın”lar ağızdan kaçırıldı. Sonra otobüsler dolusu terörist törenle karşılandı. Devlet eliyle kurulan TRT Şeş yani TRT 6 televizyonunda yayınlanan programlarda ağzından Türkçe kaçıranlar olduğunda “Vatandaş Kürtçe Konuş!” denilmeye başlandı. Arapça, Farsça ve ağırlıklı olarak da Türkçeden oluşan bir dil, müstakil bir dil olarak milletimize yutturuldu, Türklerden farklı hiçbir geleneği olmayan zavallı Kürtlerimiz bunca propagandaya dayanamayıp farklı bir millet olduğuna inanmaya başladı. Kirman Selçukluları’nın -atalarının daha önce de yaptığı gibi- idare ettiği halkla anlaşmak için icat ettiği bir anlaşma lisanı olan Kirmanca, sömürgeci Fransız, İngiliz, Alman, Ruslar eliyle ayrıştırmanın ilk malzemesi olarak kullanıldı. (Maalesef Kürtçe’nin İstanbul Türkçesi olması gereken Kirmanca, devlet televizyonu eliyle terk edildi ve Soranice ana Kürtçe yerine konulmaya çalışıldı), yine Devlet televizyonu, Türkiye’nin bütün camilerinde aynı Mevlid aynı Kur’an okunurken, birdenbire başka dil ve mezheplerde mevlid okutmaya, eğitim ve propaganda yaptırmaya başladı.[3] En son olarak da güya ılımlı bir Kürt aydını diye yutturulan Kemal Burkay, hain televizyonların canlı yayınları, hain gazetelerin propagandaları eşliğinde merasimle Türkiye’ye getirildi, AB bakanı Egemen Bağış tarafından huşû içinde karşılandı, kendisine Kürtçe Kur’an-ı Kerim ve Mem-u Zin adlı hikâye kitabı hediye edildi. (Güya bu adam Müslümandır, aşırı da değildir denmiş oldu.)
Sömürgecilerin fitne oluşturmak amacıyla başlattıkları bu çalışmalar, önce yurt dışında yapılırken, sonra yurt içinde, şimdi de devlet gözetiminde serbestçe yapılmaya başlandı. Fitme aracı olarak düşünülen Kürtçülük, Türkiye’de ne yazık ki devleti yöneten basiretsiz gafil ve hainlerin de katkılarıyla “Kürt Davası” haline getirildi. (Bu arada yapılan Türkleri Kürdistan’a, Kürt Devletine, misyonerliğe hazırlama çalışmalarından bahsetmiyorum; Çünkü yapılan bunca propagandanın bir kısmı Kürt Milleti oluşturmaya yönelikse de bir kısmı da Türk Milletini bölünmüş, bir parçası Kürdistan yapılmış bir Türkiye’ye hazırlamaya yönelikti.)
Bu çalışmalar yapılıp dururken Türkiye ve Türkler ne yaptılar? Hiçbir şey. Neden? Çünkü Türkler Kürtleri ayrı bir millet olarak görmemişlerdi, görme ihtimallerinin de olmadığını zannediyorlar, propagandanın gücünden habersiz yaşıyorlardı. Yanı başlarındaki Kürt komşuları ise yüreklerine binlerce yıllık kan, kültür, din kardeşliğinin sevgisi yerine, ayrı bir millettik bizi Türkler sömürdü kinini ve düşmanlığını yerleştirmeye başlamıştı. Peki Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yapabilirdi? Ne yapmalıydı? Evvela emperyalistlerin Kürtlerle ilgili bütün çalışmalarını daha yakından takip edip, her adımlarında ortaya koydukları gerekçelerin doğru olmadığını, fitne amaçlı uydurulmuş olduğunu ortaya koyabilirlerdi. Türklerle Kürtlerin aynı millet olduklarını, akraba olduklarını, Kürtlerin Türk Devletinin uç bölgelerine genişlemenin başlangıcında gönderildiklerini ortaya koyabilirlerdi. Her köyde ayrı bir anlaşma dili olmasının sebebinin o bölgeye giden Türklerin bölgedekilerle daha farklı bir dille anlaşmak zorunda kalmalarının olduğu iyi anlatılabilirdi. PKK ortadan kaldırılabilir, terörle atbaşı giden ayrı millet propagandasının önü alınabilirdi. Irak’ta peşmergeler Türkiye tarafından eğitilmeyebilirdi. Terör bahanesiyle Avrupa’ya kitlesel göçler önlenip, Avrupa’da yeni sun’i bir millet ve dil hazırlanmasının önüne geçilebilirdi. Hiç olmazsa devlet eliyle tv yayınları yapmayarak bu dilin oluşumuna geçit verilmez veya bu yayında ortak lehçe Soranice (Irak Kürtlerinin lehçesi) değil, Kirmanca kullanılabilirdi. Hadi bunları da geçtim. Ayrı bir millet psikolojisine sokulmuş kardeşlerimize, aslında Kürtlerin savaşçısı değil, sömürgecilerin taşaronu olan teröristlerin merasimle yurda dönmesi gösterilmezdi. Bütün bunları yaptın, bari Özerklik İlanı’na ve Özerk Kürdistan Parlamentosu Seçimlerine müsamaha gösterme, değil mi? Hayır böyle olmamıştır. Türkler böyle bir bölünmeyi, parçalanmayı ve fitneyi asla kabul etmez iken, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler bu konuları hiçbir tereddüt göstermeden, Türklere aldırmadan, “Açılım” adıyla gündeme getirmiş ve fitneyi beslemişlerdir. Şimdi maalesef Türkiye’deki Kürtlerin -çok az bir kısmı bile sahipleniyor olsa dahi- bir Kürt Davası ve Türklerin de bir Kürt Meselesi vardır. Kürt Davasının büyük bir aşama kaydettiği kuşkusuzdur. Türkiye’nin en büyük basın organları artık Kürtler için pozitif ayrımcılıktan bahsetmeye başlamışlardır.(Bu özetle: Kurulacak Kürdistan’ın Türklerin vergisiyle kurulması ve yaşatılması anlamına geliyor) Zaman gazetesi Türk Milliyetçiliğine bütün yazarlarıyla, hatta satın aldığı milliyetçi yazarları eliyle her fırsatta saldırırken, Kürtçülük aleyhine tek bir satıra yer vermemektedir. Türkiye’de iktidarın kontrolüne girmiş basın yayın organları, gazete, radyo ve televizyonların büyük bir kısmı kamuoyunu kurulacak Kürdistan’a hazırlamakla meşguldür. TRT yaptığı Kürtçe yayında yayınlanan programlarda sürekli olarak ağzından Türkçe kelime kaçıran vatandaşlarımıza “Kürtçe Konuş!” uyarısı yaptırmaktadır. Üniversitelerimizin çoğunda en cevval bölücülük olarak Kürtçülük önde gitmektedir. Örnek vermek gerekirse Türk Kültürü için uzman yetiştiren (tarihçi, edebiyatçı, halkbilimci..) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bugün Kürtçülerin kontrolündedir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde Yurtsever Cephe adıyla örgütlenen PKK’lı Kürtçüler, içinde “Kürt kardeşlerimiz çözümü ayrılıkta bulmayacaklardır.” Cümlesi geçen bir bildiri dağıttıkları için Türkiye Komünist Partili öğrencileri demir çubuklarla dövmüş, hastanelik etmişlerdir. Türkiye’nin en büyük dini cemaati olan Fethullah Hocacılar, neredeyse bütün kurumları; gazeteleri, televizyonları, radyoları vs. ile Kürtçülüğe çalışmaktadır. Bırakın BDP’li belediyeleri AKP’li Belediyeler bile Kürdistan için bütün imkânlarını seferber etmektedir. Mesela Ankara Büyükşehir Belediyesinde milyarlık ihaleleri Kürt yüklenicilere vermek için usulsüz şartnameler hazırlanmakta, bin türlü takla atılmaktadır.
Eski komünistlerin liboş olan büyük bir kısmı, masonlar, eski solcular, gayrımüslim azınlıkların insafsız olan büyük bir kısmı (Rum, Ermeni ve Yahudiler), Müslüman azınlıkların bize de belki sıra gelir diye düşünen bir kısmı, Alevi olduğunu söyleyen ateistler, Kürt Alevisiyim diyenler (böyle bir Aleviliğin olmadığını biliyoruz), İslamcı geçinen basın yayın organlarının büyük bir kısmı, tarikatların bir kısmı ve benzeri kuruluşlar, oluşumlar, kişiler Kürdistan’ın kurulması meselesini can-ı gönülden desteklemektedir. İçerde buna benzer maymunluklar olurken dışarıdan da destekler gelmektedir; ABD ve AB ülkeleri bu çalışmaları destekleyip, takdirle karşılamaktadır. Özetlemek gerekirse Kürt Davası Yabancılar ve Türkiye’yi bugün yönetenlerle, sivil toplumu yönlendirebilme yeteneği elinde olan kişi ve kurumlar tarafından desteklenmektedir.
Buna mukabil Kürt Meselesi’nin çözümü için Türklerin ne durumda olduğuna bakalım. Türklerin bu meseleyi çözebilmek için arkalarında devletleri yoktur. T.C. devleti, artık meseleye AD ve AB gibi bakmaktadır. Bu meseleye güçlü bir muhalefet de yoktur. İktidardaki AKP, meseleye BDP gibi bakmakta[4], CHP, AKP’nin dolduramayacağı gedikleri doldurmak üzere hazır beklemektedir. MHP ise bu konuda esip gürlemenin dışında mesafe kat edebilecek güçte değildir. Kürt Meselesi’nin çözümü için kafa yorabilecek kişi ve kurumlara, aydınlara bakalım. Sivil toplum kuruluşlarına bakalım. Orada da büyük bir yalnızlık ve fakirlik görülüyor. Mesela Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşu olan Ülkü Ocakları’nın üzerine, tıpkı 100 yıllık Türk Ocaklarında olduğu gibi ölü toprağı serpilmiştir. Bu kuruluşlar Türkleri ve Kürtleri yeniden uyandırabilecek, bölünmenin, parçalanmanın önüne geçebilecek, akılcı çözümlerini anlatabilecek yetenekte kurumlardır. Ancak ne hikmetse bu kurumların ağzı bağlıdır. Hiç olmazsa Kürt Meselesinin çözümü için hala yapılabilecek şeyleri bir an önce kamuoyu ile paylaşmalıdırlar. Türkiye’de Türkler MHP’ye, Ülkü Ocaklarına, Türk Ocaklarına, kurtların ağzına bakmaktadır. Onlardan ses gelmeyince “demek ki yapacak bir şey yok” diyerek gemisini kurtarmaya yönelmektedir. Türk Milletini dert edinmiş basın, yayın ve iletişim ortamları çok cılızdır. Buna mukabil eli kalem tutan binlerce ciddi Türk aydını bilgisayar başında pineklemekte, internette, facebook’ta dolaşmaktan yorgun düşmektedir!
Büyük davaların her cinsten adama ihtiyacı vardır. Özellikle de delilere. “Delisi olmayan dava dava değildir.” diyordu Galip Erdem. Doğrudur, yerden göğe kadar haklıdır. Delicesine bağlıları olmayan nice büyük davanın mum gibi söndüğüne şahit olduk. Bir sürü anlı şanlı dava gördük. Bu davalara inanan Komünistleri, Nurcuları, Akıncıları... yakından tanıdık. Onlara bakarak hangi davanın ne kadar ileri gidebileceğini anladık. Hepsi geride kaldı.
Şimdi önümüzde muhteva açısından boş ama şişirilmiş iki dava bulunuyor: Biri Fethullahçılık, diğeri Kürtçülük. Bu davaların her ikisinin de FBI villalarında, CIA salonlarında pişirildiğini biliyoruz. Fethullahçılar Türkiye’de büyük bir güç oluşturdular. Papalığın, işlemeyen, mesafe kat edemeyen “Misyonerlik Konsülü” yerine kurduğu “Diyalog Konsülü”nün Türkiye’deki uzantıları olan Fethullahçıların Bankaları, Holdingleri, Okulları, Dershaneleri, Dergi ve Gazeteleri, Ajansları, Radyo ve televizyonları var. Bunlar şimdi devlet televizyonunu da ele geçirmiş durumdalar. TRT Kanallarına, özellikle Haber kanalına bakın ne dediğimi anlayacaksınız. Türkiye’de bu hareketin 60-70 milyar dolarlık bir güce hükmettiği söylenmektedir. Bu grup Türkiye’de Müslümanlığı, Hıristiyanlık ve Yahudilikle aynı-eşit seviyede bir din imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Vatandaşların İslam ve Müslümanlık algısı değiştirilmeye başlanmıştır. Yani hedefe tam gaz yürünmektedir.
Kürtçüler de Kürdistan’ın kurulması yolunda hedefe adım adım yaklaşmaktadırlar. Kürdistan için 23 ilde (sadece 7 ilde BDP var) Özerklik ilan edildi. Bu devletin bölünmesi parçalanması değilse nedir? Adında Demokratik olması bir mana ifade eder mi? Demokratik Toplum Kongresi (DTK) adıyla ortalıkta dolaşan PKK uzantısı göstermelik örgüt 43 ilde “Özerk Kürdistan Parlamentosu” için göstermelik bir seçim yaptı. Seçim sandıklarının çoğu BDP il ve ilçe binalarında kuruldu. Bazı sandıklarda PKK bayrakları konuldu! Mardin'in Derik ilçesinin belediye başkanı Çağlar Demirel “Özerk Kürdistan’a hayırlı olması dileğiyle” diyerek oyunu kullandı... Yani her şey alenî. Gizlisi saklısı yok.
Seçilen Halk Delegesi sayıları illere göre şöyle dağılıyor; Diyarbakır: 70, İstanbul: 50, Van: 40, Mardin: 32, Urfa: 23, Şırnak: 23, Batman: 21, İzmir: 20, Mersin: 17, Ağrı: 17, Adana: 17, Hakkâri: 17 Ayrıca ilk toplantıda sekiz komisyon kurulacak: Siyasi, hukuki, kültürel, ekolojik, sosyal, ekonomik, diplomasi ve öz savunma! Yani bölgede Türk Ordusuna karşı bir ordu da kurulacak!
Yeri gelmişken hatırlatalım: Haziran 2008 de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi(AKPM) Türkiye ile ilgili şu kararları almıştı:
1-Türkiye'nin Güneydoğusu Kürdistan'dır.
2-Faşist Türk Ordusu Güneydoğuda işgalcidir ve Kürtleri katletmektedir.
3-Türk askeri Kıbrıs'ta işgalcidir.
4-Türkiye'de azınlıklar sorunu vardır.
AKPM bu kararları 8 Türk milletvekilinin kabul ve onayıyla almıştı... Peki bu 8 Türk vekil kimdi dersiniz?
1-Mevlüt Çavuşoğlu (AKP Antalya Milletvekili)
2-Ruhi Açıkgöz (AKP Aksaray Milletvekili)
3-Lokman Ayva (AKP İstanbul Milletvekili)
4-Mesude Nursuna Memecan (AKP İstanbul Milletvekili)
5-Özlem Piltanoğlu (AKP İstanbul Milletvekili)
6-Mehmet Sayım Tekelioğlu (AKP İzmir Milletvekili)
7-Mustafa Ünal (AKP Karabük Milletvekili)
8-Erol Aslan Cebeci (AKP Sakarya Milletvekili)
Kısacası BOP'un Türkiye bölme planı, hem de AKP desteğiyle tıkır tıkır işliyor... Herhangi bir savaş ihtimali için orduyu saf dışı bırakmak ve yıpratmak amacıyla karakollara baskın üstüne baskın yapıyor, hükümet ordu kademelerini değiştiriyor, bu da yerli yabancı şakşakçılar tarafından demokrasinin zaferi olarak alkışlanıyor.
ABD, Suriye için Türkiye ve AKP’yi taşeron olarak kullanmak istemektedir. Türkiye’yi yönetenler bunun için Esat’a “Halkına kulak ver!” diye mektup götürüyor, tavsiyede bulunuyorlar. Peki Yarın Özerk Parlamento’nun toplanacağı duyurulan Diyarbakır’da binlerce kandırılmış insan meydanlara çıksa Türkiye’ye de “halkına kulak ver!” denilmeyecek mi? Türkiye ABD adına Suriye ile herhangi bir çatışmaya girmemelidir.
Türk Milletinin ihtiyaçlarından doğan Ülkücü Hareket’e ve Ülkücülere seslenmek ve “Bu kadar uyku yeter!” demek istiyorum. Silkinin, ayağa kalkın, Türkiye’yi bu bataklıktan çıkarmak size düşer. Türkleri ve özbeöz kardeşleri olan Kürtleri ABD ve AB taşeronlarına karşı sahipsiz bırakmak ülkücülere yakışmaz. Bu meseleyi çözebilmek için ülkücülerin önce kendi sivil toplum kuruluşlarına sahip çıkmaları gerekmektedir. Bu kuruluşların asli görevi milleti uyarmak, uyandırmak değilse nedir? Nerede çözüm teklifleriniz? İlla düşman vatandaşın tarlasına kadar gelsin mi? Tarihe karşı nasıl hesap vereceksiniz?
Ortada bir mesele vardır ve bu mesele ya devlet tarafından yahut millet tarafından çözülecektir. Aksi halde bir kördüğüm olarak kalmaya devam edecek, kanama devam ettiği müddetçe Türkiye rahat bir nefes alamayacaktır. Ülkücüler Türkiye’ye nefes aldırmak zorundadır.
Türkiye’nin savcılarını da göz göre göre kamuoyunun önünde yapılan bu özerklik ilanı ve özerk parlamento seçimlerini yapanlara, buna katılanlara, destek verenlere, göz yumanlara –kim ve hangi partiden olursa olsun- soruşturmaya açmaya davet ediyorum.
[1]http://www.internethaber.com/ve-guneydoguyu-kurdistan-ilan-ettiler-359576h.htm
[2]http://www.halknet.com/haber/206-ozerk-kurdistan-icin-secim-yapildi
[3] Bu mevlid meselesinde aklıma takılan bir soruyu da sormadan geçemeyeceğim; Berat Kandili gecesi,ulusal çapta yayın yapan televizyonlar Türkiye’nin en büyük selatin camilerinden canlı yayın yaparlarken, mesela Kanal 7 ve Samanyolu Süleymaniye ve Eyüp Sultan’dan mevlid yayını yaparken TRT neden Hasan Tanık Camiinden yayın yaptı? Kimdir bu Hasan Tanık? Melik Gökçek’le bir akrabalığı var mıdır? Anteres alışveriş merkezinin ortağı olduğu, Samanyolu Lisesi ve Turgut Özal Üniversitesi’nin yerleşkelerinin adı niçin Hasan Tanık’tır? Kendileri Fethullah Hoca cemaati tarafından sömürülmekten başka bir hususiyetleri var mıdır? Camisine Eyüp Sultan’dan fazla önem verilen bir zatı kamuoyumuz elbette bilmek ister.
[4] Haluk Özdalga, 2 Ağustos 2011, Zaman Gazetesi
http://www.ilkhaber.biz/Siyaset-ak-partili-haluk-ozdalga-kurt-sorunun-co-6407.html
Benim milletim çok saf ve temizdir. Yüzyıllarca düşmanlarının saldırıları ile yıprandı, yorgun düştü. Kendi içinden çıkarıp başına geçirdiği yöneticilerinin gaflet ve ihanetlerinden çok çekti. Eğitimsiz kaldı, cahil bırakıldı. Bu sahipsizlik içinde hayata tutunmaya, karnını doyurmaya, kendi işini kendi görmeye çalıştı. Onu yönetenler hep şunu aşıladılar: “Karnını doyurabiliyor ya daha ne istiyor?” İşte yüzlerce yıldır kulağına söylenen bu sözler, milletimin beynini uyuşturdu. Düşünemez, aklını kullanamaz oldu. Bugünü düşünse bile geleceğini hiç düşünmüyor.
Temmuz sonlarına doğru ve Ağustos başlarında Türkiye’de cereyan eden hadiseler öyle yenilir yutulur olaylardan değildi. Arka arkaya karakol baskınları, şehit cenazeleri... Bunun önüne geçemeyen bir ordu olmaz olsun demeye başladık. Sonra orduda bir büyük operasyon yapıldı ve biz bu cenazelerin sebebini anlamış olduk. Bu tartışmaların gölgesinde sessiz sedasız Özerklik ilan edildi. Gafletteki değil, ancak ihanet içindeki yöneticiler, adına “Demokratik Özerklik İlanı”[1] denilen bu bin yılın ihanetine sessiz kalabilirlerdi, öyle yaptılar. Yine, Demokratik Toplum Kongresi’nin (savcıların adres bulamadığı bir kurum!) düzenlediği “Özerk Kürdistan Parlamentosu Seçimleri”ne[2] sessiz kalınması kepazeliği için söylenebilecek bir söz bulamıyorum. Türkiye’yi parçalayarak daha kolay lokmalar haline getirmeyi amaçlayan böyle bir kahpeliğe sessiz kalanlar da en az bu ihanete katılanlar kadar suçludur ve cezalarını çekmelidir. Çekeceklerdir... Bölücülüğü tescilli Kemal Burkay’ın AB Bakanı (!) Egemen Bağış tarafından merasim ve canlı yayın eşliğinde Türkiye’ye getirilişi var...
Bildiğim kadarıyla Türk milletiyle ilgisi olmayan bir Kürt milleti yoktur ve Türklerin ayrılmaz ve ayrılmayacak bir parçası olan Kürtler için özerklik, bağımsızlık isteklerini ilk dile getirenler sömürgeci milletler olmuştur. Özellikle İngilizler, Ruslar, Fransızlar, Almanlar bu konuya ciddi yatırımlar yapmışlardır. Yüzyıllarca, kendini Kürt olarak tanımlayanlar, ayrı bir millet olduklarını akıllarına bile getirmediler. Ta ki oryantalistler, istihbaratçılar, sömürgeciler onları fark edene kadar. Önce Kürtçe sözlükler hazırlandı. Ardından dergiler, kitaplar basılmaya başlandı. Sömürgecilerin parasını verdiği filmler çekildi. Yine sömürgecilerin parasını el altından verdiği özel-resmi televizyonlar kuruldu. Sömürgecilerin kontrolündeki basın yayın organları gece gündüz bu meseleyi kurcaladılar, kanattılar. Tabii yine kendilerinin desteklediği terör örgütleri ile binlerce insanı öldürmekle kalmadılar; cezaevlerine gönderdikleri adamları orada eğittiler, mezradan -bizim çocuklar (!) marifetiyle- kaldırıp şehre göç ettirdikleri çoluk çocuğa kurtarılmış mahalleler kurdurdular. Yurt dışına PKK eliyle ciddi bir göç gerçekleştirildi ve bu insan malzemesi, Avrupa’da eğitime tabi tutuldu. Parasını sömürgecilerin verdiği radyo ve televizyonlarla genç beyinler afyonlandı. Yetiştirilenler, müstakbel Kürdistan’ın yerel yöneticileri olarak Türkiye’ye gönderildiler. Böylelikle sömürgecilerin çizdiği senaryoya uygun bir şekilde, günün birinde polise taş atan, askere kurşun sıkan çocuklar, kendilerini Türk milletinden ayrı bir Kürt milleti olarak görmeye başladılar. Seçimlerde gittikçe güçlenen terör yandaşı bir parti ortaya çıktı. Şehirleri çiftliği olarak gören ve öyle idare eden, sokakların pisliğine bakılmaksızın baş tacı edilen yerel yöneticiler yetişti. Bunlar pisliklerine bakılmadan Avrupa’ya çağrılıp başka bir milletin mensubu olarak çeşitli meclislerde konuşturuldular. Terör bir yandan can alırken, bir yandan da teröriste saygı gösterilmeye başlandı. Önce “Sayın”lar ağızdan kaçırıldı. Sonra otobüsler dolusu terörist törenle karşılandı. Devlet eliyle kurulan TRT Şeş yani TRT 6 televizyonunda yayınlanan programlarda ağzından Türkçe kaçıranlar olduğunda “Vatandaş Kürtçe Konuş!” denilmeye başlandı. Arapça, Farsça ve ağırlıklı olarak da Türkçeden oluşan bir dil, müstakil bir dil olarak milletimize yutturuldu, Türklerden farklı hiçbir geleneği olmayan zavallı Kürtlerimiz bunca propagandaya dayanamayıp farklı bir millet olduğuna inanmaya başladı. Kirman Selçukluları’nın -atalarının daha önce de yaptığı gibi- idare ettiği halkla anlaşmak için icat ettiği bir anlaşma lisanı olan Kirmanca, sömürgeci Fransız, İngiliz, Alman, Ruslar eliyle ayrıştırmanın ilk malzemesi olarak kullanıldı. (Maalesef Kürtçe’nin İstanbul Türkçesi olması gereken Kirmanca, devlet televizyonu eliyle terk edildi ve Soranice ana Kürtçe yerine konulmaya çalışıldı), yine Devlet televizyonu, Türkiye’nin bütün camilerinde aynı Mevlid aynı Kur’an okunurken, birdenbire başka dil ve mezheplerde mevlid okutmaya, eğitim ve propaganda yaptırmaya başladı.[3] En son olarak da güya ılımlı bir Kürt aydını diye yutturulan Kemal Burkay, hain televizyonların canlı yayınları, hain gazetelerin propagandaları eşliğinde merasimle Türkiye’ye getirildi, AB bakanı Egemen Bağış tarafından huşû içinde karşılandı, kendisine Kürtçe Kur’an-ı Kerim ve Mem-u Zin adlı hikâye kitabı hediye edildi. (Güya bu adam Müslümandır, aşırı da değildir denmiş oldu.)
Sömürgecilerin fitne oluşturmak amacıyla başlattıkları bu çalışmalar, önce yurt dışında yapılırken, sonra yurt içinde, şimdi de devlet gözetiminde serbestçe yapılmaya başlandı. Fitme aracı olarak düşünülen Kürtçülük, Türkiye’de ne yazık ki devleti yöneten basiretsiz gafil ve hainlerin de katkılarıyla “Kürt Davası” haline getirildi. (Bu arada yapılan Türkleri Kürdistan’a, Kürt Devletine, misyonerliğe hazırlama çalışmalarından bahsetmiyorum; Çünkü yapılan bunca propagandanın bir kısmı Kürt Milleti oluşturmaya yönelikse de bir kısmı da Türk Milletini bölünmüş, bir parçası Kürdistan yapılmış bir Türkiye’ye hazırlamaya yönelikti.)
Bu çalışmalar yapılıp dururken Türkiye ve Türkler ne yaptılar? Hiçbir şey. Neden? Çünkü Türkler Kürtleri ayrı bir millet olarak görmemişlerdi, görme ihtimallerinin de olmadığını zannediyorlar, propagandanın gücünden habersiz yaşıyorlardı. Yanı başlarındaki Kürt komşuları ise yüreklerine binlerce yıllık kan, kültür, din kardeşliğinin sevgisi yerine, ayrı bir millettik bizi Türkler sömürdü kinini ve düşmanlığını yerleştirmeye başlamıştı. Peki Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yapabilirdi? Ne yapmalıydı? Evvela emperyalistlerin Kürtlerle ilgili bütün çalışmalarını daha yakından takip edip, her adımlarında ortaya koydukları gerekçelerin doğru olmadığını, fitne amaçlı uydurulmuş olduğunu ortaya koyabilirlerdi. Türklerle Kürtlerin aynı millet olduklarını, akraba olduklarını, Kürtlerin Türk Devletinin uç bölgelerine genişlemenin başlangıcında gönderildiklerini ortaya koyabilirlerdi. Her köyde ayrı bir anlaşma dili olmasının sebebinin o bölgeye giden Türklerin bölgedekilerle daha farklı bir dille anlaşmak zorunda kalmalarının olduğu iyi anlatılabilirdi. PKK ortadan kaldırılabilir, terörle atbaşı giden ayrı millet propagandasının önü alınabilirdi. Irak’ta peşmergeler Türkiye tarafından eğitilmeyebilirdi. Terör bahanesiyle Avrupa’ya kitlesel göçler önlenip, Avrupa’da yeni sun’i bir millet ve dil hazırlanmasının önüne geçilebilirdi. Hiç olmazsa devlet eliyle tv yayınları yapmayarak bu dilin oluşumuna geçit verilmez veya bu yayında ortak lehçe Soranice (Irak Kürtlerinin lehçesi) değil, Kirmanca kullanılabilirdi. Hadi bunları da geçtim. Ayrı bir millet psikolojisine sokulmuş kardeşlerimize, aslında Kürtlerin savaşçısı değil, sömürgecilerin taşaronu olan teröristlerin merasimle yurda dönmesi gösterilmezdi. Bütün bunları yaptın, bari Özerklik İlanı’na ve Özerk Kürdistan Parlamentosu Seçimlerine müsamaha gösterme, değil mi? Hayır böyle olmamıştır. Türkler böyle bir bölünmeyi, parçalanmayı ve fitneyi asla kabul etmez iken, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler bu konuları hiçbir tereddüt göstermeden, Türklere aldırmadan, “Açılım” adıyla gündeme getirmiş ve fitneyi beslemişlerdir. Şimdi maalesef Türkiye’deki Kürtlerin -çok az bir kısmı bile sahipleniyor olsa dahi- bir Kürt Davası ve Türklerin de bir Kürt Meselesi vardır. Kürt Davasının büyük bir aşama kaydettiği kuşkusuzdur. Türkiye’nin en büyük basın organları artık Kürtler için pozitif ayrımcılıktan bahsetmeye başlamışlardır.(Bu özetle: Kurulacak Kürdistan’ın Türklerin vergisiyle kurulması ve yaşatılması anlamına geliyor) Zaman gazetesi Türk Milliyetçiliğine bütün yazarlarıyla, hatta satın aldığı milliyetçi yazarları eliyle her fırsatta saldırırken, Kürtçülük aleyhine tek bir satıra yer vermemektedir. Türkiye’de iktidarın kontrolüne girmiş basın yayın organları, gazete, radyo ve televizyonların büyük bir kısmı kamuoyunu kurulacak Kürdistan’a hazırlamakla meşguldür. TRT yaptığı Kürtçe yayında yayınlanan programlarda sürekli olarak ağzından Türkçe kelime kaçıran vatandaşlarımıza “Kürtçe Konuş!” uyarısı yaptırmaktadır. Üniversitelerimizin çoğunda en cevval bölücülük olarak Kürtçülük önde gitmektedir. Örnek vermek gerekirse Türk Kültürü için uzman yetiştiren (tarihçi, edebiyatçı, halkbilimci..) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bugün Kürtçülerin kontrolündedir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde Yurtsever Cephe adıyla örgütlenen PKK’lı Kürtçüler, içinde “Kürt kardeşlerimiz çözümü ayrılıkta bulmayacaklardır.” Cümlesi geçen bir bildiri dağıttıkları için Türkiye Komünist Partili öğrencileri demir çubuklarla dövmüş, hastanelik etmişlerdir. Türkiye’nin en büyük dini cemaati olan Fethullah Hocacılar, neredeyse bütün kurumları; gazeteleri, televizyonları, radyoları vs. ile Kürtçülüğe çalışmaktadır. Bırakın BDP’li belediyeleri AKP’li Belediyeler bile Kürdistan için bütün imkânlarını seferber etmektedir. Mesela Ankara Büyükşehir Belediyesinde milyarlık ihaleleri Kürt yüklenicilere vermek için usulsüz şartnameler hazırlanmakta, bin türlü takla atılmaktadır.
Eski komünistlerin liboş olan büyük bir kısmı, masonlar, eski solcular, gayrımüslim azınlıkların insafsız olan büyük bir kısmı (Rum, Ermeni ve Yahudiler), Müslüman azınlıkların bize de belki sıra gelir diye düşünen bir kısmı, Alevi olduğunu söyleyen ateistler, Kürt Alevisiyim diyenler (böyle bir Aleviliğin olmadığını biliyoruz), İslamcı geçinen basın yayın organlarının büyük bir kısmı, tarikatların bir kısmı ve benzeri kuruluşlar, oluşumlar, kişiler Kürdistan’ın kurulması meselesini can-ı gönülden desteklemektedir. İçerde buna benzer maymunluklar olurken dışarıdan da destekler gelmektedir; ABD ve AB ülkeleri bu çalışmaları destekleyip, takdirle karşılamaktadır. Özetlemek gerekirse Kürt Davası Yabancılar ve Türkiye’yi bugün yönetenlerle, sivil toplumu yönlendirebilme yeteneği elinde olan kişi ve kurumlar tarafından desteklenmektedir.
Buna mukabil Kürt Meselesi’nin çözümü için Türklerin ne durumda olduğuna bakalım. Türklerin bu meseleyi çözebilmek için arkalarında devletleri yoktur. T.C. devleti, artık meseleye AD ve AB gibi bakmaktadır. Bu meseleye güçlü bir muhalefet de yoktur. İktidardaki AKP, meseleye BDP gibi bakmakta[4], CHP, AKP’nin dolduramayacağı gedikleri doldurmak üzere hazır beklemektedir. MHP ise bu konuda esip gürlemenin dışında mesafe kat edebilecek güçte değildir. Kürt Meselesi’nin çözümü için kafa yorabilecek kişi ve kurumlara, aydınlara bakalım. Sivil toplum kuruluşlarına bakalım. Orada da büyük bir yalnızlık ve fakirlik görülüyor. Mesela Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşu olan Ülkü Ocakları’nın üzerine, tıpkı 100 yıllık Türk Ocaklarında olduğu gibi ölü toprağı serpilmiştir. Bu kuruluşlar Türkleri ve Kürtleri yeniden uyandırabilecek, bölünmenin, parçalanmanın önüne geçebilecek, akılcı çözümlerini anlatabilecek yetenekte kurumlardır. Ancak ne hikmetse bu kurumların ağzı bağlıdır. Hiç olmazsa Kürt Meselesinin çözümü için hala yapılabilecek şeyleri bir an önce kamuoyu ile paylaşmalıdırlar. Türkiye’de Türkler MHP’ye, Ülkü Ocaklarına, Türk Ocaklarına, kurtların ağzına bakmaktadır. Onlardan ses gelmeyince “demek ki yapacak bir şey yok” diyerek gemisini kurtarmaya yönelmektedir. Türk Milletini dert edinmiş basın, yayın ve iletişim ortamları çok cılızdır. Buna mukabil eli kalem tutan binlerce ciddi Türk aydını bilgisayar başında pineklemekte, internette, facebook’ta dolaşmaktan yorgun düşmektedir!
Büyük davaların her cinsten adama ihtiyacı vardır. Özellikle de delilere. “Delisi olmayan dava dava değildir.” diyordu Galip Erdem. Doğrudur, yerden göğe kadar haklıdır. Delicesine bağlıları olmayan nice büyük davanın mum gibi söndüğüne şahit olduk. Bir sürü anlı şanlı dava gördük. Bu davalara inanan Komünistleri, Nurcuları, Akıncıları... yakından tanıdık. Onlara bakarak hangi davanın ne kadar ileri gidebileceğini anladık. Hepsi geride kaldı.
Şimdi önümüzde muhteva açısından boş ama şişirilmiş iki dava bulunuyor: Biri Fethullahçılık, diğeri Kürtçülük. Bu davaların her ikisinin de FBI villalarında, CIA salonlarında pişirildiğini biliyoruz. Fethullahçılar Türkiye’de büyük bir güç oluşturdular. Papalığın, işlemeyen, mesafe kat edemeyen “Misyonerlik Konsülü” yerine kurduğu “Diyalog Konsülü”nün Türkiye’deki uzantıları olan Fethullahçıların Bankaları, Holdingleri, Okulları, Dershaneleri, Dergi ve Gazeteleri, Ajansları, Radyo ve televizyonları var. Bunlar şimdi devlet televizyonunu da ele geçirmiş durumdalar. TRT Kanallarına, özellikle Haber kanalına bakın ne dediğimi anlayacaksınız. Türkiye’de bu hareketin 60-70 milyar dolarlık bir güce hükmettiği söylenmektedir. Bu grup Türkiye’de Müslümanlığı, Hıristiyanlık ve Yahudilikle aynı-eşit seviyede bir din imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Vatandaşların İslam ve Müslümanlık algısı değiştirilmeye başlanmıştır. Yani hedefe tam gaz yürünmektedir.
Kürtçüler de Kürdistan’ın kurulması yolunda hedefe adım adım yaklaşmaktadırlar. Kürdistan için 23 ilde (sadece 7 ilde BDP var) Özerklik ilan edildi. Bu devletin bölünmesi parçalanması değilse nedir? Adında Demokratik olması bir mana ifade eder mi? Demokratik Toplum Kongresi (DTK) adıyla ortalıkta dolaşan PKK uzantısı göstermelik örgüt 43 ilde “Özerk Kürdistan Parlamentosu” için göstermelik bir seçim yaptı. Seçim sandıklarının çoğu BDP il ve ilçe binalarında kuruldu. Bazı sandıklarda PKK bayrakları konuldu! Mardin'in Derik ilçesinin belediye başkanı Çağlar Demirel “Özerk Kürdistan’a hayırlı olması dileğiyle” diyerek oyunu kullandı... Yani her şey alenî. Gizlisi saklısı yok.
Seçilen Halk Delegesi sayıları illere göre şöyle dağılıyor; Diyarbakır: 70, İstanbul: 50, Van: 40, Mardin: 32, Urfa: 23, Şırnak: 23, Batman: 21, İzmir: 20, Mersin: 17, Ağrı: 17, Adana: 17, Hakkâri: 17 Ayrıca ilk toplantıda sekiz komisyon kurulacak: Siyasi, hukuki, kültürel, ekolojik, sosyal, ekonomik, diplomasi ve öz savunma! Yani bölgede Türk Ordusuna karşı bir ordu da kurulacak!
Yeri gelmişken hatırlatalım: Haziran 2008 de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi(AKPM) Türkiye ile ilgili şu kararları almıştı:
1-Türkiye'nin Güneydoğusu Kürdistan'dır.
2-Faşist Türk Ordusu Güneydoğuda işgalcidir ve Kürtleri katletmektedir.
3-Türk askeri Kıbrıs'ta işgalcidir.
4-Türkiye'de azınlıklar sorunu vardır.
AKPM bu kararları 8 Türk milletvekilinin kabul ve onayıyla almıştı... Peki bu 8 Türk vekil kimdi dersiniz?
1-Mevlüt Çavuşoğlu (AKP Antalya Milletvekili)
2-Ruhi Açıkgöz (AKP Aksaray Milletvekili)
3-Lokman Ayva (AKP İstanbul Milletvekili)
4-Mesude Nursuna Memecan (AKP İstanbul Milletvekili)
5-Özlem Piltanoğlu (AKP İstanbul Milletvekili)
6-Mehmet Sayım Tekelioğlu (AKP İzmir Milletvekili)
7-Mustafa Ünal (AKP Karabük Milletvekili)
8-Erol Aslan Cebeci (AKP Sakarya Milletvekili)
Kısacası BOP'un Türkiye bölme planı, hem de AKP desteğiyle tıkır tıkır işliyor... Herhangi bir savaş ihtimali için orduyu saf dışı bırakmak ve yıpratmak amacıyla karakollara baskın üstüne baskın yapıyor, hükümet ordu kademelerini değiştiriyor, bu da yerli yabancı şakşakçılar tarafından demokrasinin zaferi olarak alkışlanıyor.
ABD, Suriye için Türkiye ve AKP’yi taşeron olarak kullanmak istemektedir. Türkiye’yi yönetenler bunun için Esat’a “Halkına kulak ver!” diye mektup götürüyor, tavsiyede bulunuyorlar. Peki Yarın Özerk Parlamento’nun toplanacağı duyurulan Diyarbakır’da binlerce kandırılmış insan meydanlara çıksa Türkiye’ye de “halkına kulak ver!” denilmeyecek mi? Türkiye ABD adına Suriye ile herhangi bir çatışmaya girmemelidir.
Türk Milletinin ihtiyaçlarından doğan Ülkücü Hareket’e ve Ülkücülere seslenmek ve “Bu kadar uyku yeter!” demek istiyorum. Silkinin, ayağa kalkın, Türkiye’yi bu bataklıktan çıkarmak size düşer. Türkleri ve özbeöz kardeşleri olan Kürtleri ABD ve AB taşeronlarına karşı sahipsiz bırakmak ülkücülere yakışmaz. Bu meseleyi çözebilmek için ülkücülerin önce kendi sivil toplum kuruluşlarına sahip çıkmaları gerekmektedir. Bu kuruluşların asli görevi milleti uyarmak, uyandırmak değilse nedir? Nerede çözüm teklifleriniz? İlla düşman vatandaşın tarlasına kadar gelsin mi? Tarihe karşı nasıl hesap vereceksiniz?
Ortada bir mesele vardır ve bu mesele ya devlet tarafından yahut millet tarafından çözülecektir. Aksi halde bir kördüğüm olarak kalmaya devam edecek, kanama devam ettiği müddetçe Türkiye rahat bir nefes alamayacaktır. Ülkücüler Türkiye’ye nefes aldırmak zorundadır.
Türkiye’nin savcılarını da göz göre göre kamuoyunun önünde yapılan bu özerklik ilanı ve özerk parlamento seçimlerini yapanlara, buna katılanlara, destek verenlere, göz yumanlara –kim ve hangi partiden olursa olsun- soruşturmaya açmaya davet ediyorum.
[1]http://www.internethaber.com/ve-guneydoguyu-kurdistan-ilan-ettiler-359576h.htm
[2]http://www.halknet.com/haber/206-ozerk-kurdistan-icin-secim-yapildi
[3] Bu mevlid meselesinde aklıma takılan bir soruyu da sormadan geçemeyeceğim; Berat Kandili gecesi,ulusal çapta yayın yapan televizyonlar Türkiye’nin en büyük selatin camilerinden canlı yayın yaparlarken, mesela Kanal 7 ve Samanyolu Süleymaniye ve Eyüp Sultan’dan mevlid yayını yaparken TRT neden Hasan Tanık Camiinden yayın yaptı? Kimdir bu Hasan Tanık? Melik Gökçek’le bir akrabalığı var mıdır? Anteres alışveriş merkezinin ortağı olduğu, Samanyolu Lisesi ve Turgut Özal Üniversitesi’nin yerleşkelerinin adı niçin Hasan Tanık’tır? Kendileri Fethullah Hoca cemaati tarafından sömürülmekten başka bir hususiyetleri var mıdır? Camisine Eyüp Sultan’dan fazla önem verilen bir zatı kamuoyumuz elbette bilmek ister.
[4] Haluk Özdalga, 2 Ağustos 2011, Zaman Gazetesi
http://www.ilkhaber.biz/Siyaset-ak-partili-haluk-ozdalga-kurt-sorunun-co-6407.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)