11 Ağustos 2017 Cuma

DTCF BİRLİK Kantin

Akıllı telefonlarda çok yaygın olan bir uygulama olan WhatsApp uygulaması biz yaşlıların bile takip edebildiği bir kolaylık sunuyor: Kolayca bir topluluk kurabiliyor, belirli bir ortaklığı, mazisi olan arkadaşlarınızla sohbet edebiliyorsunuz. Kırk yıl önce mezun olduğum Öğretmen Lisesi mezunu arkadaşlarla oluşturduğumuz bir topluluğumuz da var; otuz beş yıl önce mezun olduğum fakültedeki arkadaşlarımızın kurduğu topluluğa da üyeyim. Bugün bu ikinci topluluğumuzdan, birbirine kopmaz bağlarla bağlı ülkücülerin oluşturduğu DTCF BİRLİK KANTİN topluluğumuzdan söz edeceğim.
Neden okulun adının yanına ‘Birlik’ adının geldiğini kolayca tahmin edebilirsiniz; birleşmek, birlik olmak, birlikte meseleleri çözmek veya memleketin meselelerini birlikte omuzlamak güzeldir. Neden bu iki adın yanına ‘Kantin’ adının geldiğini merak edebilirsiniz. Ben de uzun uzun bunun anlamını düşündüm.
Bizim zamanımızda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve tahmin ediyorum birçok fakülte de öyleydi, bugünkü fakülteler gibi okul bahçesi, binaları, derslikler, katlar, geçitler, okul bahçesi, yemekhanesi, toplantı salonu, kütüphanesi, kantini ve sosyal faaliyetleri olan, öğrencilerin serbestçe bunlardan yararlanabildiği okullar değildi. Elbette “görünürde” bir fakülteye girmeye hak kazanmış olan bir öğrenci için bunların hepsi önünde bir imkân olarak vardı. Ama gerçekte, okulun bahçesine ya tek başınıza giriyordunuz, hiçbir şeye karışmayan bir Ot’tunuz, sosyal demokrat, selametçi, nurcu veya kulakları düşüren bir başka tarikat mensubuydunuz yahut bir topluluk içinde giriyordunuz, Ülkücü veya Komünist’tiniz. Bizim okulumuz DTCF’de de Otları saymazsak iki taraf vardı; Ülkücüler ve Komünistler.
Fakülteye geldiğimiz 1978 senesinde, okulun dış kapı duvarına Goministlerin yazdığı “Buraya Muhammed’in piçleri giremez” yazısı silinmiş olduğu halde okunabiliyordu. Otların ve diğer kulağı düşüklerin çeşitli sebeplerle bir itirazı yoktu ama biz Ülkücülerin buna, Türkiye’nin adım adım kurtarılmış bölge haline getirilmeye çalışılmasına itirazımız vardı. Solun kurtarılmış bölgesi durumundaki Sıhhiye’deki bu okulda biz de vardık ve var olacaktık. Bu sebeple okula her sabah toplu olarak geliyorduk. Ara sıra bu toplu geliş gidişlerde çevredeki solcu gruplar bize saldırırdı. Okula girdiğimizde de derse girecekler, kendi bölümündeki arkadaşlarıyla oluşturduğu küçük topluluğu ile kendi bölümüne, bölümün bulunduğu katına, sınıfına gidiyordu. Dersi olup da bölümüne, katına, sınıfına komünist hâkimiyeti dolayısıyla gidemeyenler veya dersi olmayanlar ise yine topluca gidip ortasına polis yerleştirilmiş Kantin’de Ülkücülerin oturduğu sağ tarafa oturuyordu. Ya dersi bekliyor, ders saatinde yine toplu olarak derse gidiyor veya gidemiyorsa bölümünün “Gominist” işgalinden kurtarılacağı vakte kadar Kantin’i bekliyordu. Böyle akşama kadar Kantin’de komünistlerle karşı karşıya oturmak, laf atmalar, karşılıklı sinir harbi oluşturuyordu. Zaman zaman kavgalar olur, polis herhangi bir tarafın polisi değilse çabuk ayrılırdı. Ne yazık ki genellikle Pol-Der’li polislerdi, Komünistler polislerin gözetiminde en zayıf anımızı kollar saldırırlardı. Bu kavgalarda ne bulursak birbirimize fırlatıyorduk. Yumruklaşmalar vesaire sonucu ciddi yaralanmalar olurdu. Kantin dışında da kavgalar eksik olmazdı. Yolda, katlarda, sınıflarda bir anda kavga çıkardı. Kim daha güçlüyse öbür tarafı püskürtür, püskürtülen taraf, ciddi yaralanma vesaire olmamış, karakola götürülmemişse kös kös Kantin’e dönerdi. Öğle vakti gelir, Ülkücüler belli bir saatte, Komünistler belli bir saatte toplu olarak yemeğe giderdik. Kavgada kullanılmasın diye yemekhaneden çatal ve bıçak kaldırılmıştı. Ne yemeği olursa olsun sadece kaşıkla yiyecektiniz. Gidip gelirken iki grup mutlaka karşılaşır, bir kavga, en azından hırlaşma olur, yiyeceğimiz, yediğimiz burnumuzdan gelirdi. Yemekten sonra akşam çıkış saatine kadar yine arı kovanı gibi işleyen, bazen içinden ateşler çıkan, bazen sakinleşen ama hep dumanlı bir Kantin’i beklerdik. Bu duman yangın yerine dönen Türkiye’nin bizim bizzat yaşadığımız, görebildiğimiz yangınının dumanıydı. Tabii akşama kadar oturulan bu Kantin’de içilen sigaraların dumanı ayrı bir konu. Bunca sene sonra Tren yolundan kantinin içinde bulunduğu yabancı diller binasına baktığınızda hâlâ sigara dumanından simsiyah olduğunu görebilirsiniz. Bu kantinde, hadisesiz gün olmazdı; çıkan kavgalarda yakalanıp Solmaz Kılıçtepe Karakolu’na götürülenler mi dersiniz, oradan Ankara Emniyeti’ne veya Mamak Cezaevi’ne götürülenler mi dersiniz, yaralananların hastaneye götürülmesi mi dersiniz, yok yoktu. Bazı günler derse, bölümüne gidemeyen arkadaşlara sınıflarına kadar eşlik edip dönerdik kantine. Karşı taraf da armut toplamadığı için bu gidiş dönüşler mutlaka kavgalı olurdu.  Komünist grup 500’e yakın, biz ise en fazla olduğumuz zaman 125 kişiydik. Müdavimler olduğu gibi Kantin’e ara sıra gelenler de vardı
Kantin’de çay filan olduğunu düşünmeyin. Okulun dekanı rahmetli Prof. Dr. Yaşar Yücel, biz ona “Çamur Yaşar” derdik, bir kavga sırasında çay bardakları havada uçuşunca çayı kaldırmış. Biz çaysız bir kantinde aç susuz oturuyor, sabahtan akşama kadar sohbet ediyor, vatan kurtarıyor, mavra yapıyorduk. Ders konuşulduğu da oluyordu tabi ama çok az! Bazı arkadaşlarımız çok disiplinliydi, bunca kavga gürültüye rağmen kitap okuyabiliyor, ders çalışabiliyordu. Gecesi de yurtlarda genellikle birlikte geçen Kantin ahalisi bu kadar süre birlikte oturup, sohbet edip vatan kurtarınca, kavga edince birbirleriyle kardeş oluyor, dost oluyordu. Âşık olanlar da az değildi tabii. Bunca gürültü içinde dedikodunun hası yapılmaz mı? Onu da yapıyorduk. Şurası var ki hepimiz samimi ülkücülerdik.Milletimizin menfaatlerini şahsi menfaatlerimizin önünde görüyor, bu milleti ölümüne seviyorduk. Bu milleti seven herkesi çok seviyorduk. Milletimizin düşmanlarına düşmandık. Maksadımız ise Türk milletini her alanda güçlü ve mutlu yapmak, Allah rızasını kazanmaktı. Gün geçmiyordu ki kurşunlanan, yaralanan arkadaşımız olmasın! Her an her şeye hazır olmak durumundaydık. Çoğumuz fakirdi. Paramız yoktu. Belki hepimizde azdı ama her şeyimizi paylaşıyorduk. Okuduğumuz kitabı, dinlediğimiz bir konuşmayı, yaşadığımız hadiseleri birbirimize anlatarak zenginleşmeye çalışıyorduk. Bizim için esas okul Kantin idi. Orada bir üniversitede öğrenemeyeceğimiz yüce duyguları yaşayarak öğrendik. Arkadaşlığı, dostluğu, aşkı, karşılıksız sevmeyi, paylaşmayı, vefayı… Okumayı, yazmayı, dinlemeyimünakaşa etmeyi, sohbet etmeyi… Daha bir sürü duyguyu, biz, doyasıya yaşadık. 
Bu durum ihtilale kadar devam etti.
Bizim öğrencilik yıllarımız ne yazık ki sınıf kantin yemekhane arasında devam etti. Kütüphaneyi bu üçgenin içine sokmamız ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oldu. O da kısmen. Dile kolay, yıllarca kütüphane görmeden bilim yapmışsın, alışmak kolay mı? Kütüphaneye gitmeye başladığımızda kütüphaneyi de Kantin’e çevirmiştik.
Bu yüzden DTCF’li Ülkücüler için, sanırım Koministler için de durum aynı idi, Kantin’in ayrı bir önemi vardı. Tahminim bu yüzden yıllar sonra bile o pis kokulu, kavgalı gürültülü, çaysız çekilmez Kantin’i hâlâ özlüyoruz. WhatsApp yazışma topluluğumuza da bu yüzden DTCF BİRLİK KANTİN gibi bir ad koyuyoruz.
Zaman zaman 12 Eylül 1980’den beri ülkücülerin yapamadığı, bize yaptırılmayan muhasebeyi yapıyoruz. Birikmiş dağ gibi meselelerimizi konuşmaya çalışıyoruz. Bağrımız Karacaahmet Mezarlığı gibi. Ülkemiz ve milletimiz için yapamadığımız ülkülerimizi konuşuyoruz. Ciğeri beş para etmediği halde memleketi idare edenlerin yanlış uygulamalarını, Türkiye’nin her alanda içinde bulunduğu kötü vaziyeti masaya yatırıyoruz. Hepimiz düşünme, proje üretme, konuşma, susma yorgunuyuz. Bazen birbirimize bile tahammül edemediğimiz anlar da oluyor ama her şeye rağmen biz Ülkücüler, birbirimizi seviyoruz. Bu sevgimizin altında koskoca bir tarih ve medeniyet var. Sadece Kantin bile bizi bir ve güçlü kılmaya yetiyor.
Gürol Delice'nin de söylediği gibi Kantin, 80 öncesi kavga günlerinin bir mevzii idi. Aslında güzel ülkemin her tarafı bir kantindi. Bizler, bu hareketi siyasi bir hareketten olmaktan çıkarıp bir medeniyet inşası haline getirebilmenin mücadelesi verebilseydik bu sıkıntıları hiç yaşamazdık. Hâlâ böyle bir tecrübe ve birikimimiz var diye düşünüyorum. Muhteşem bir maziyi az çok tanıma imkânımız oldu. Tarih, edebiyat, felsefe, din ve tasavvuf alanında az çok bir şeyler biliyoruz. Bütün bu bildiklerimizi bir medeniyet hamlesine dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. İşte o zaman kısır siyasi ve fikir çatışmalarından kendimizi kurtarıp geleceğe ümitle bakabiliriz. Karınca misali menzile varamasak da yolunda ölürüz.
Allah son nefesimize kadar yapabileceğimiz güzel işler için bize yardımını esirgemesin. Allah dostluğumuzu, kardeşliğimizi ve birliğimizi daim etsin. Bize bu dar geçitte kurulan bütün birliklerin birlik olması yolunda akıl, fikir, güç kuvvet versin.

Not: Dün, bugünün aynasıdır. Bugün yaşadıklarımız, dünü iyi kaydetmediğimiz, sorgulamadığımız için, diye düşünüyor; dünü ve geleceğimizi konuşan, yazan arkadaşlarımızın kalemlerini kınlarından çıkarmalarını rica ediyorum.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Her Dem Yeniden Doğarız

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi bir yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti.
Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.
Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır ‘Bu darbe sola karşı yapıldı.’ diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştirO kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.
Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardıBen bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.
1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldıkHer yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.
Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi'nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.
Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım.  Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.
Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com.tr sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK'in Kuşadası'ndaki ve Konya'daki toplantılarında buna şahit olanlardanım.
Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum.
Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş.
Kıymetli eşinin ifadesiyle onu en son ziyaret eden DTCF’li ben olmuşum. Yoğun bakım vs. demeyip iyi ki de gitmişim. 21 Temmuz Cuma günü saat 17.00 idi. O etrafıyla ilgisi azaldığı söylenen Gültekin Öztürk gitmiş, yerine gözleri sevgiyle parlayan Gültekin Abi geri gelmiştiBeni görünce çok memnun oldu, adeta canlandı. Kendisine bütün Dil Tarihlilerin selam, sevgi ve saygılarını ilettim. Bazı isimleri zikrettim. Gültekin Abi elini birkaç defa kalbine götürdü ve açtırdığı avucuma getirip kalbini koydu. Boğazına takılı hortumdan dolayı konuşamamaktan ıstırap duyuyordu. Nice badireler atlattığını, bunu da atlatacağını söylemeye çalıştım. Kendisinden adına açacağımız yazışma topluluğumuza arada sırada göz atması için söz aldım. Hepinize selamları vardı. Meğer size yüreğini ve selamlarını gönderirken helallik istiyormuş.
28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi âleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklarını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlâ kalbinin sıcaklığı var.
Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Mekânı cennet olsun.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası

Dinlemeden anladık anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi

Biz sevdik aşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası

Yetmiş iki dilcedi araya sınır düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası

Miskin Yunus ol veli yerde gökte dopdolu
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)

20 Ocak 2017 Cuma

RTÜK Göreve (Vatanım Sensin Milletim Nevi Beşer?)

Dün akşam Kanal D televizyonunda Vatanım Sensin dizisini seyrediyordum. Her bölümde, üstü örtülü bir şekilde “Vatanım ruyi zemin milletim nevi beşer” kabilinden milleti yok sayan, hümanizm, propagandası yapıp Yunanlıları şirin gösteren, milli kültürün önemli olmadığını vurgulayan bir yayın yapılıyor. Milli değerlerimizin, kahramanlarımızın, birtakım ucuz fikirlere, düşüncelere, ideolojilere kurban edilmesi sözkonusu. Dikkat ediyorum hep aynı yapımcılar Antep savunması, Egenin kurtuluşu, İzmirin işgali gibi konuları dizi haline getirip şeref levhalarımızı sulandırmaya çalışmakla meşgullerSanki buraları işgal edenler çok medeni imiş, halka hoşgörülü davranmış, yakıp yıkmamış, halkın içinde çok değişik etnik unsurlar varmış ve bunlarla Türkler birlikte işgalcilere karşı direnmiş gibi gösteriliyor.
Vatanım Sensin dizisi İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edildiği dönemi anlatıyor. Bir Türk Subayı Albay Cevdet milletine ihanet edip Yunan komutanın yardımcısı olarak işgalcilerin yanında yer alıyor. Hain hain değilmiş de Kuvvacıymış... Dizide öyle bir hikâye var ki kim hain, kim vatanperver belli değilDiziyi seyreden İzmir’i Yunanlılardan Türklerin değil, Yunanlıların kurtardığını düşünür. Hainin karısına göz koyan Miralay esas hain ve sevgilisi Rum, Hainin kızı Yunan Komutanın oğluna aşık Kuvvacıları ihbar ediyor, Hainin öbür kızı yunan cephaneliğini havaya uçurmaktan idam edilecekken Venizelos tarafından affediliyor. Hapiste idamı beklerken o da kızkardeşinin sevdiği Yunan komutanın oğluna ilgi duyuyor. Hainin karısı hem hainden kopmuyor hem de esas hainin kendisine yakınlaşmasına izin veriyor. Kuvvacıların komutanı ile Yunan komutanın arasındaki dava kişisel bir hesaplaşmaymış gibi... Yani kanımızla, canımızla binbir zorlukla kazandığımız vatan topraklarının kazanılmasının hikâyesi, kahramanlık olarak değil, sıradan, adî bir vakayı adliye olarak yansıtılıyor. Sanki bu vatana göz koyanlar toprağımızı, namusumuzu kirletmemiş, baskı ve işkence yapmamış masum ve medeni insanlarmış gibi gösteriliyor.
Tam bu diziyi seyrettiğim sırada Ömer Seyfettin'in Türklük Üzerine Yazılar (Bilgi Yayınevi) kitabı vardı. Kitap Ömer Seyfettin'in hikâyeleri dışında kalan yazılarından oluşuyor. (Bu kitabı okumadıysanız bugünlerde okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.) "Vatan Yalnız Vatan" başlıklı makalesini okuyordum. Ömer Seyfettin bu yazısında Güneş adıyla çıkarılan bir mason gazetesinin bir yazısının altına Turgut adının yazar adı olarak konulmasının haince yapıldığını; Türklüğü yükseltmek isteyen bazı genç yazarların da bu isimleri kullandığını, bir mason gazetesinde bu ismin kullanılarak o gençlerin de halk tarafından mason olarak yaftalanmasının istendiğini yazmış. (sf. 16) Demek ki yüz yıl önce gazeteler gözden düşürmek istedikleri isimleri bilinçli bir şekilde kullanıyorlardı. Bugün de bu işi yerli diziler yapmaktadır. Birçoğunda olumsuz karakterlere Kürşat vb.isimler verilmektedir.
Bu dizilerin geneline baktığımızda Türk milletinin değerlerinin yozlaştırılmaya çalışıldığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Aile içi cinsel ilişkilerin de dahil olduğu bu sapıklaştırma, beynini karıştırma, değerlerinden uzaklaştırma hareketi dizilerle sürat kazanmıştır. Bundan 40 yıl önce Dallas dizisini seyrederken birgün Türkiye'de de o dizideki hadiselerin benzerinin olacağını düşünemezdik. Bugün adı "Türk" olan televizyonların "yerli" dizileri eliyle ekilen tohumlar ise emin olun çok kısa zamanda yeşerecektir.
Yüz yıl önce de Türkçülük yerine Hümanizm yerleştirmeye çalışanlar vardı; yüz yıl sonra da var. Maalesef günümüzdeki siyasal İslâmcılar, İngilizlerin tesiriyle Türklüğe karşı tavır almış durumdalarve kendi çocuklarının Hümanizm masalıyla nasıl Türklükten, İslamlıktan, insanlıktan uzaklaştıklarının farkına bile varmıyorlar. Türklük darbe alırsa, değerleri, dili, kültürü, müziği yıpratılırsa dinimizin de koruyucusunu kaybedeceğini görmüyorlar.
Saf ve temiz milletimizin sahip olduğu ruh zenginliğinin azınlık mantığıyla hazırlanan diziler ve kahramanlar eliyle kirletilmesine izin verilmektedir.
Tabi RTÜK denilen bir acayip kurum varVatandaş şikâyet edecek; RTÜK ettirmemek için elinden geleni yapıyor. Öyle karışık bir sistem ki uzman olmazsanız şikâyet edemezsiniz. Bu garabete son verilmelidir. Şikâyet edilemeyince işlem yapılmaz. İşlem yapılmayınca da yayınlar doğalmış, milletin değerleri iğfal edilmiyormuş olarak düşünülür. Öyle olunca da halk bu diziyi seyrederken kahramanları ayırdedemez hale gelir. Hainin tarafını bir taraftar gibi tutar; yakalayana küfreder. Doğru söyleyenin ne dediğini anlamaz.
RTÜK'ü göreve davet ediyorum.

31 Aralık 2015 Perşembe

Yeni Yıl Düşünceleri

“ Siz yine de benden bir yeni yıl kutlaması istiyorsunuz değil mi? Hayır. Yeni yılınızı kutlamıyorum. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan belli. „

1982 Aralık sonu idi. Yeni yıl hazırlıkları yapılıyordu. Ankara Kızılay'da ilk defa Noel Baba kıyafetli bir piyango biletçisine rastlamış ve çok kızmış, "Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsun" diye kıyafetini eleştirmiştim. O tarihlerde sadece saygı duyduğumuz komşularımız olan ecnebi vatandaşlarımızın evinde çam ve süsleme görülebiliyordu. Şimdi neredeyse her evde bir çam ağacı, süslemeler, Noel Baba şapkası veya kıyafeti var. Bunların olmadığı evlerin çocukları kendilerini garip hissediyor. Süslenmiş evlere, mekanlara gitmek ve yıl başını öyle kutlamak istiyor.
 
Bu noktaya nasıl geldik? TRT radyolarında başlayıp televizyonlarda devam eden Yılbaşı programları ve Milli Piyango çekilişleri ile başladık. Surda ilk gediği açan koçbaşı devlet kurumlarıdır. Bankalar kumbara ve hediyelikler vererek bu alanda ikinci koçbaşı oldular. Bunlara yıl başlarında sofralarımıza "Turkey" (Hindi) yeme adetini ekledik. Milli içkimiz rakıyı içmek için vesile arayanlar da onu sofraya ilave ettiler ve "Yıl başında içmek lazım." dediler. Aç gözlü kapitalizm; Kola üreticileri ve kuru yemişçiler sofrayı tamamladılar. Hediyelik üreticileri, iç giyimciler vs. işin içine karıştı. Televizyonların ortaya çıkmasıyla bu konuda büyük aşama(!) kaydedildi. Önce TRT güzelim Türk Müziği konserlerinin içine arabeskçileri ve dansözleri ekledi. Sonra özel televizyonlar bu ne doğulu ne batılı olan, üzerimize hiç uymayan ücube adeti iyice soysuzlaştırdı. Reklamcılar boş durmadı; en az bir ay önceden başladıkları ürün reklamlarına Noel Babalı, bol süslü, hindili, eğlenceli unsurlar karıştırarak bu adetin iyice yerleşmesini sağladılar.

Artık elimizde nur topu gibi soysuz bir adetimiz var. Kelimeleri bilerek kullanıyorum. Soysuz, çünkü bizim geleneğimizde böyle bir yılbaşı kutlaması yok. 21 Mart'ta kutladığımız Türklerin Yılbaşı eğlencesi olan Nevruz Bayramı ise unutuldu, unutturuldu. Ta ki bölücüler bu bayrama sahip çıkana kadar. Ondan sonra da devlet tarafından "göstermelik" sahip çıkma çalışmaları olduysa da biz kendi icat ettiğimiz takvimin yılbaşısını değil, kullandığımız miladi takvimin yılbaşını kutlar olduk.
 
Bu geceyi kutlayanların neredeyse hiçbir suçu, günahı yoktu. Bir kültür zenginliğini elimizden çıkarmaya zemin hazırlayanlar, bize ait olmayan bu tuhaf kutlamayı hayatımıza sinsice, yavaş yavaş, adım adım soktular. Karşı koymak da mümkün değildi. Bunu devletin kademeleri yaptı. Hristiyan vatandaşlarımızın kutladığı ve bizim de saygı duyduğumuz Noel'in tarihleri ve kutlama şekli başka idi. O bayram tamamen dini bir bayramdı. Beşinci sınıf sanatçıların şarkı söylediği eğlence mekanlarındaki rezil görüntüleri bize eğlence diye yutturan işgüzarlar, bu milletin ne kadar seviyeli ve estetik biçimde eğlendiğini bilmeyen zavallılardı. Bu cahil televizyoncular, cahil yöneticiler kendi kötü alışkanlıklarını, yaşantılarını nihayet millete de bulaştırdılar. 

Olsun, eğlence kültürümüze yeni bir eğlence daha girsin ne yapalım demek de mümkün değil. Zira gün içinde arkadaşlarınızdan yılbaşı kutlamaları alıyorsunuz ve mecburen siz de kutlama yapıyorsunuz. Cevap verseniz bir türlü; adetin iyice yerleşmesine vesile oluyorsunuz, vermeseniz bir türlü. Oturup herkese uzun uzun papaz Valentin'i anlatacak zamanınınz da yok. Yılbaşı geceleri yapılan eğlencenin eğlence olmaktan çıktığını, Türk toplumunu, Türk ailesini kemiren, çocukları ana baba ile karşı karşıya getiren bir illet haline dönüştüğünü anlatamıyorsunuz. Şimdi okul çocukları okullarda yılbaşı partileri düzenlemekle kalmıyor, içkinin su gibi tüketildiği okul dışında düzenlenen özel yılbaşı partilerine -ailelerine rağmen- katılıyor, "Yeni yıl bize mutluluk getirsin!" diyor, meyve sularına votka karıştırıyorlar. Engel olamıyor buna aileler. 

Elbette önümüzdeki yıl için insanın çevresine iyi dileklerde bulunması kötü birşey değil ama iyi dilekleri yerine getirecek olanın zaman, saat değil, bizim çalışmamızla Allah'ın takdiri olacağını unutuyoruz. Bunu daha insanlarımız çocukken beyinlerden silmiş olmuyor muyuz?
 
Eskiden milletin özellikleri anlatılırken kederde, kıvançta, tasada bir olmaktan söz edilirdi. Bir ferdin parmağına kıymık batsa diğerinin hissetmesi idi bizi millet yapan. Şimdi söyleyin ey efendiler, hanımlar; Türkiye'de bir iç isyan varken, devlet kendi şehirlerinin mahallelerine giremezken biz nasıl eğleneceğiz. Binlerce askerimiz buz gibi havada nöbet tutarken biz nasıl eğlene bileceğiz. Her gün şehitlerimiz gelirken, masum vatandaşlarımız adi PKK'lılar tarafından öldürülürken, bizim yüzümüzden yollara düşüp ülkesini terk etmek zorunda kalan milyonlarca göçmen köşe başında karşımıza çıkıp "Açız, Allah rızası için bir sadaka!" diye dilenirken biz bu yeni yetme Yılbaşı eğlencesini yapmalı mıyız? Yaparsak biz millet olmaya devam edebilir miyiz? 

"Yeni yıl gecesi, ister şükredersin ister küfredersin. O gecenin dinle ilgisi yoktur. Noel ise 25 Aralık'tır. O konu da Hıristiyan vatandaşları ilgilendirir. Sen eğer değerlere saygılıysan, Hristiyan komşun varsa tebrik eder, işine bakarsın. Yeni yıl gecesi dini bir gece değil, tüm insanlığın ortak sevincidir. Elma ile Armutu birbirine karıştırma. İnsanları bölme, ayırma. Yeni yıl gecesinde isteyen Kur'an okur, isteyen çay içer, isteyen sokakta gezer, isteyen evinde parti verir. 31 Aralık kutsal bir gece değil yılın son gecesidir." diye düşünebilir miyiz. Siz kendi yurdunuzdaki insanların sevincine üzüntüsüne ortak olmayı başaramamışken bütün insanlığın ortak sevincine ortak olmaya koşabilir misiniz? Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür? 

Dünyanın yılbaşına nasıl girdiği beni ilgilendirmiyor. Türklerin yaşadığı ülkelerde Türkler yeni yıla nasıl girmiş, beni bu ilgilendirir. Önceliği Türk Devlet ve topluluklarının yeni yıl eğlencelerine vermeyen anlayış bana yabancı geliyor. Bu ancak soysuzların işi olabilir. 
Eğer bu yeni yılda televizyonlarda yeni yıla görev başında girenler yine gösterilirse, bunların arasında Şırnak'ta, Cizre'de, Sur'da görev yapan askerler de olursa, bu yeni yıla yüksek(!) sosyetenin, zenginlerin, soysuz adete kapılanların nasıl girdikleri gösterildiği gibi fakirlerin, açların, göçmenlerin, köylülerin, şehirlilerin, dağ başındakilerin, göskdelenlerdekilerin, hastanedekilerin, hapishanelerdekilerin, çocuk yuvalarındakilerin, bakımevlerindekilerin ve sığınma evlerindekilerin de yıl başına nasıl girdiği gösterilirse ben bu yeni yıl adetini kabul edeceğim. Ne de olsa Türklerde de Çam Bayramı vardır. Noel Baba efsanesindeki şeylerin, en azından Noel Baba'nın geyiklerinin Sibirya kökenli olduğunu düşünerek, Hıristiyan Batı'nın kutlamalarının, meydanlara koyun gibi yığılıp geriye saymaların filan unutarak ben de kutlamalara katılacağım.

Ancak bunlar olmayacak. Biliyorum. Görüyorum. Hiissediyorum. Ben de üç beş kapitalist soysuzun daha çok para kazanması için çalışmayacağım. Kola içmeyi, kırmızı don giymeyi, eğlence mekanlarını, otelleri, havayolu şirketleri ve turizmden geçine ülkeleri zengin etmeyi düşünmüyorum. Felekten bir gece çalma bile olmayan bu sefih eğlence anlayışını reddediyorum. Ben insanımız mutlu olduğu zaman eğlenebilirim. Komşum açken ben tok yatamam. Yine her zaman olduğu gibi yılın muhasebesini yapacağım. Oturup ulusal kanallarımızın ulusu bölmek parçalamak ve zayıflatmak için yaptıkları programlara bakıp o programlarda milletimin ne kadar yer aldığını, milletimin dertlerinin ne kadar işlendiğini boşuna arayacağım. Yılbaşından önceki ve sonraki bir ay içinde yapılan milli kültür ihanetlerinin çetelesini tutmaya çalışacağım. Devletimin itibarı sıfıra düşmüşken, milletimin evlatlarının bir kısmı kandırılmış durumda iken, bölücüler bir bölgeye neredeyse tamamen hakim olmuşken, ülkemdeki işsiz ve yardıma muhtaç sayısı bu kadar fazla iken, göçmenler her adımda karşımızda bizi muhasebe yapmaya zorlarken bizim eğlenmeye, kutlama yapmaya yüzümüz olmamalı diye düşünüyorum.

Siz yine de benden bir yeni yıl kutlaması istiyorsunuz değil mi? Hayır. Yeni yılınızı kutlamıyorum. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan belli. Görünen köy kılavuz istemez. Böyle vahim bir geleceğin nesini kutlamamı bekliyorsunuz? Oturup ağlamamız gereken hallerimiz var ama siz benden kutlama yapmamı, eğlenmemi istiyorsunuz öyle mi? Bunu reddediyorum. Bir sürü ferdi olsaydım kabul ederdim. Ben bir milletin ferdiyim. Milletimin bazı fertleri acı içinde iken hiçbir şey kutlayamam.
 
Kapitalizmin sadece mal satmak için beni ve bizi sürüleştirmesine karşı çıkıyorum. 

Sözüm size, bize hepimize.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Murdoch Kâfiri ve Türkleri, Müslümanları Bekleyen Tehlikeler

Dünya basınının patronu Rupert Murdoch, bütün Müslümanları “saldırgan” ilan etti; “Müslümanların çoğunluğu barışsever olabilir ama içlerinde büyüyen cihatçı kanserin farkına varıp ortadan kaldırılana dek onlar da sorumlu sayılmalıdır” diyen Murdoch, ırkçı saldırıları kışkırtacak ifadeleriyleMüslümanları hedef tahtasına koymaktan çekinmedi.

Neredeyse dünya basınının tümünü elinde bulunduran Murdoch bunu söylüyorsa artık gerisini siz düşünün. Yıllardır sürdürülen bir kampanyanın Paris bahane edilerek su yüzüne çıkan, içteki nefretin dışa yansıması bu sözler, dalga dalga daha da yayılacak ve nefret, inanç ve yaşama biçimine dönüşecektir. Batı’nın Müslüman ülkelerde yürüttükleri savaşlarda milyonların katledilmesine, günde yüzlerce Müslüman’ın ölümüne, yüzbinlercesinin göçüne, açlığına, sefaletine yol açan oyunlarının bile Müslümanlarda uyandıramadığı nefreti, bu mundar herif Batı’da uyandıracak ve Müslümanlar üzerine bir sürek avı başlatılacak gibi gözüküyor.

Paris katliamını kimin yaptığını, yaptırdığını henüz bilmiyoruz. Eylemi yapanların değil, yaptıranların hedefi önemlidir. Yapanlar belki içlerindeki ezilmiş, horlanmış ve itilmişlikten kaynaklanan bir kini kusarak rahatladılar. Bunu da İslâm adına, Allah rızası için yaptığını düşünüp belki kendileriyle gurur bile duymuşlardır.Bu eylemlerin arkasında Müslümanların değil, Batı’lı devletlerin denetimindeki, kendilerini Müslüman gösteren, CİA beslemesi El Kaide gibi terör örgütlerinin olduğu şüphesizdir. Çünkü yeryüzünde “aman” dileyene el kaldıran, kafa kesen, kestiği kafayla top oynayan bir Müslümanlığın olmadığını, olamayacağını bilmeyen yoktur. 

Çirkin karikatürlere resmî olarak bile bir tepki vermekten aciz, henüz devlet olamamış Arap şeyhliklerinin bu eylemi yaptırdıklarını kimse düşünemez. Bu gibi hadiselerin arkasında büyük devletlerin ve onların istihbaratlarının oyuncağı terör örgütlerinin olduğunu biliyoruz. Böyle bir örgütün de eylemi üstlenmiş olması eylemin taşaron kullanılarak yaptırıldığını göstermektedir. 

Tabii örgütün kurucularının ve yönetimindekilerin Yahudi veya Hıristiyan olmaları, İngiliz veya Fransız olması, o örgüte gönüllü veya gönülsüz katılıp da bu gibi kâfirliklere göz yuman Müslümanların günahını affettirmez. İşte bu zayıf noktada Amerika’nın 11 Eylül’ü ile Fransa’nın 11 Eylül’ünü yaptıranlar bir taşla iki kuş vurmaktadır. Nasıl olsa Müslüman’lar böyle bir eylemin Müslümanlıkla ilgisi olamayacağını anlatmaktan acizdirler, öyleyse Müslümanlar bu eylem vesilesiyle suçlanır, aşağılanır, yıpratılır, baskı altına alınır, tepki oluşturacak şekilde sıkıştırılır, böylece gizli açık dolaylı dolaysız tedbirlere rağmen yükselişi denetlenemeyen İslâm’ın yükselişi önlenir; ekonomik büyüme sürecindeki Batı’daki Müslümanların büyümesi durdurulur, kaynakları kurutulur. Müşterisi olmayan mal zayidir. Diğer yandan çökmekte olan sömürge ekonomileri için yeni bir fırsat çıkmıştır; Müslüman ülkeler, Müslümanlar, Türkler hedef gösterilir. Türkiye’nin terörü desteklediği yaygarası koparılır. Suriye, Irak, İran gibi bölgelerdeki Batı kaynaklı tezgâhlar gözlerden uzaklaştırılmış olur. Türkiye Ermeni Soykırımcısı denilerek uluslararası arenada sıkıştırılır. Toprak ve tazminat talebine cevap vermesi için zorlanır. Bütün mesele sömürgeciliğin, çalışmadan kazanma ve başkalarının sırtından geçinmenin devamının sağlanmasıdır. 

Teröristlerin Müslüman olması, terör örgütünün Müslüman olması bu eylemi Müslümanların suçlanması için yeterli sebep midir? Türkiye’de Ermenilerin idare ettiği PKK Terör örgütü binlerce cana kıydı. Bu eylemlerin hiçbirinde Türkler, Ermenileri suçlamadı; onlara silah ve lojistik destek veren Hristiyan ülkeleri ve Hıristiyanları suçlamadı.Ermenistan’ın resmi ordusu cani köpekler, 613 Türkü bir gecede katlettiler, Türkler yine de Ermenilerin tamamını veya Hıristiyanları suçlamadı. Öyle görülüyor ki, Batı’nın menfaatleri Müslümanların hedef tahtası haline getirilmesindedir ve bu yüzden Batı’da ve Doğu’da yaşayan Müslümanlar ve özellikle Türkleri bekleyen tehlikeler çok büyüktür. 11 Eylül günü ikiz kulelerin ilki vurulduğunda ABD Irak ve Afganistan’da operasyon yapacak demiştim. Fransa eyleminden sonra da “Avrupa”nın, Batı’nın, Avrupa, Türkiye ve Ortadoğu’da Türk ve Müslümanlara ameliyatlar yapacağını söylemek kehanet değildir.

Genel olarak Avrupa’da Müslüman deyince akla Türkler gelmektedir. Fransa ve diğer Batılı devletler, Müslümanları yeterince asimile edemediği, eritip yok edemediği için, Türk ve Müslümanlara ve özellikle en güçlü ve diri Müslüman topluluğu olan Türklere karşı ırkçı saldırılara el altından destek olmakta idi. Son günlerde de bu ırkçı saldırılar, devlet destek ve gözetiminde resmi protesto gösterilerine dönüştürülmüştü; Türklere ‘defolup gidin’ deniyordu. 

Türkiye ve İslâm âlemi bu ırkçı ve bölücü hareketleri önlemeye, açıklamaya ve dünya kamuoyuna mal ederek durdurmaya çalıştı mı? Maalesef hayır. Gücü yeter mi? Evet, ama ne yazık ki Türkiye ve İslâm dünyasını yükseklikten başı dönmüş yöneticiler idare etmekte ve bu da en çok İslâm düşmanı Batılıların işine gelmektedir. Sahipsiz Müslümanları aşırı İslâmî terör örgütlerinin kucağına iten ortam böyle gelişmektedir. Haksızlığa, adaletsizliğe, İslâm’a ve Müslümanlara yapılan hakaretlere ve aşağılamalara karşı hukuki yollardan gerektiği gibi mücadele edilseydi Paris eylemini yapacak kimse olmazdı. Bu eylemin iklimini hazırlayanlar Batılılardır, eylemin yapılması da onların işine gelmektedir. Kıçı kırık Yahudi devlet başkanı Fransa’daki Yahudileri İsrail’e çağırmak için bu eylemi kullanmaktadır.

Müslümanlar ve Türkler kendi ana devletlerinden, kütlelerinden gerekli yardım ve desteği göremiyorlarsa bu durumda ne yapabilirler? Tek yol var kardeşim; birleş! Kırk yıllık düşmanın mı; Türk’se, Müslüman’sa, Allah bir diyorsa birleş!  İlk ve en önemli adım budur; birleşmek! Birleşerek, bütünleşerek; birleşenlerle ve bütünleşenlerle haberleşip, istişare ederek yola devam etmek gerekir. Birleşmenin önünde gak guk edenler ya ahmaktır, cahildir, ya da yabancı bir güce hizmet eden satılmıştır. Özellikle Avrupa’da, Devletler, Müslümanların ve Türklerin kurdukları derneklere, cemiyetlere, camilere sızmıştır ve Müslümanları birbirinden uzak tutup koparmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu bakımdan birleşmenin önüne geçmeye çalışanlar iyice teşhis edilirse hastalık o kadar kolay tedavi edilir.

Bundan böyle Fransa’da, Avrupa’da ve Dünya’da Türkleri neler beklemektedir? 

1.  Paris’teki saldırıyı yapanlar ve destekleyenler kolay kolay yakalanmayacak, her Müslüman’ın kapısının kolayca çalınabilmesi için bu zemin kullanılacaktır.
2.  Müslümanlara ve Türklere azınlık oldukları hatırlatılacak, bulundukları yere aidiyet hissedenlerin dahi yurtlarına dönmesi için toplumsal baskı oluşturulacaktır. Bu baskı öncesinde, terörizmle İslâm’ın bir tutulması gibi aşağılamalar, soykırımcı yaftası yapıştırmalar, aşağılayıcı ve suçlayıcı tavırlar, özgürlüklerin kısıtlanmasını getirecek tedbirlerin Müslümanlarda daha fazla baskı oluşturması söz konusu olacaktır.
3.  Toplumsal baskı, ekonomi çarkına girmeye çalışan kısmen başarılı olan Müslüman tüccarları da etkileyecek, zayıflatacaktır.
4.  Okullardaki Türk ve Müslüman çocuklar, bu eylemin en büyük mağdurları olacaktır. Ya çok büyük bir aşağılık duygusu ile ezilerek asimilasyonun farkına bile varamadan kendilerini başka sahillere sürükleyecek yahut da bu baskılara tepki göstererek şiddeti ve terörü destekliyormuş gibi görülecek, gösterilecektir. Bu aşağılamaların sonucunda da onlara kucak açan, yine Batılıların denetimindeki terör örgütlerinin kucağına düşecektir. Zaten okullarda kendi ana dilini konuşması ve öğrenmesi yasak olan bu gençler, sokakta da ana dillerini konuşamaz hale gelecektir. Engizisyon ve cadı avı Batı’nın çok iyi bildiği işlerdir. Türkçe bizim ana besin kaynağımızdır, çocuklarımıza Türkçeyi öğretmek için ne yapmamız gerekiyorsa yapmalıyız. Türkçemizi geliştirmek için kurslara, sanat faaliyetlerine, yayınevlerine, dergi ve gazetelere, radyo ve televizyonlara, internet sitelerine önem vermemiz, çocuklarımızı oyunla, ödülle, tatille, geziyle… Bir şekilde güzel Türkçemizi öğretmek ve seçilmiş eserlerini okutmak zorundayız. Gençlerimizi sağlıklı, kültürlü, bilgili, donanımlı, imanlı yetiştirmemiz, özellikle uyuşturucudan, alkolden onları uzak tutmamız lazım.
5.  Sanata, edebiyata, kitaba, sinemaya, tiyatroya, televizyona önem vermeli ve desteklemeliyiz. Bizi sanat silahı ile çökertmeye çalışanlara yardım eden, beyni satın alınmış veya dumura uğratılmış kişilerin çalışmalarına da engel olmalıyız.
6.  Çocuklarımızı dengeli, bilgili, kültürlü, alanında uzman, uzak görüşlü, dikkatli ve hoşgörülü yetiştirmek kurtuluş anahtarımızdır. Her anlarıyla, her sıkıntılarıyla yakından ilgilenerek, onlarla konuşarak onları kazanmamız gerekir. Bunun için de hastalıklı hale gelen Türk Ailesini güçlendirmemiz, mümkünse geniş ve büyük aileye yönelmemiz lazımdır. Aile büyükleri mutlu, huzurlu, çalışkan, fedakâr, okuyan, yazan, gezen, akrabalarıyla, dostlarıyla, komşularıyla, iş arkadaşlarıyla münasebetleri sağlam ise çocuklar da öyle yetişir.
7.  Müslüman aile, İslâm’ı ana kaynağı Kur’an ve Hadislerden örnekler verebilecek kadar iyi bilmeli ve uygulamaya çalışmalıdır ki çocuklar da iyi öğrensin ve yaşasınlar. Çocuklarımıza muhataplarından gelecek baskılara karşı mutlaka ilmî, ciddi, seviyeli ve kaynaklara dayalı bilgiler verilmeli, hurafelere, hikâyelere dayalı Müslümanlık verilmemelidir. Bunun için de her Müslüman aile asgarî bilgilere sahip olmak için çalışmalıdır.
8.  Müslümanların çocuklarının iyi yetişmemesi, eğitimsiz kalmaları, seviyesinin çok altında eğitim kurumlarında süründürülmeleri için başlangıçtan beri Batılı devletler tarafından çalışmalar yürütülüyordu. Bu çalışmalar sürat kazanacaktır. Bunun karşısında durmak için ne lazımsa yapılmalıdır. Her Müslüman aile çocuğunu en iyi şekilde yetiştirebilmek için çaba göstermek zorundadır.
9.  Müslümanlıktan çocuklarımızı koparmak için, din derslerini ana dilimizde öğrenememeleri için bir çalışma yapılıyordu: Almanya İslâm dini derslerini Almanca, Fransa Fransızca öğretmek için çalışıyordu. Maksat ana İslâmî kavramlardan çocuklarımızı uzaklaştırmaktı. Şimdi bu çalışma sonuçlanacak, kavramlarını kaybetmiş bir İslâm yaratılmaya çalışılacaktır. Diyalog çalışmaları hızlandırılacak, bu vesileyle kendi dinini Batılıların anlatımıyla bilen ve savunan yeni, Hıristiyan’a özenti bir Müslüman tipi oluşturulmaya çalışılacaktır.
10.  Türkiye ile ilişkilerini zayıflatan ailelerin ne yayıp yapıp bu ilişkilerini yeniden canlandırmaları, irtibatlarını güçlendirmelerini tavsiye ederim. Akrabalarımızı, devletimizi, yetkilileri her türlü olumsuzluktan haberdar etmeye ve bizimle ilgilenmeye, kurumları harekete geçmeye dünya Türklüğünü kuvvetlendirmeye mecbur bırakacak şekilde çalışmalıyız.
11.  Paris’teki saldırı, sıradan bir eylem değil, planlanmış önemli bir başlangıçtır. Yeni saldırılar terör örgütlerinden değil, bizzat devletlerden ve Müslümanlara, Türklere yönelik olarak gerçekleşecektir. Her türlü olumsuzluğa hazır olmamız gerekir. Bu yeni dönem Avrupa’daki ve dünyadaki bütün Türkleri ve Müslümanları yakından etkileyecektir. Bu saldırı bahane edilerek eski çağlarda olduğu gibi, Avrupa’da bir cadı(Müslüman/Türk) avı başlatacaktır. Hiç kimse kendini rahat hissetmesin. Benim durumum iyi, ben daha fazla asimile oldum, diye düşünmesin. Hıristiyan bile olsalar, Türk adını taşımasalar bile kimliklerindeki Türk görüntüsünü silememiş herkes itilip kakılmaya hazır olsun. Avrupalı sömürgecidir. Sömürmekten başka bir amacı yoktur. Amacı yeni sömürgeler yaratmak, sömürge tipi insan yetiştirmektir. Yoksa uyum sağlamış, Hıristiyan olmuş, Müslüman olmuş, dilini bırakmış, kültürünü terk etmiş kimseler onun umurunda bile değildir. Bundan böyle hiçbir Türk’e ve Müslüman’a rahat yüzü yoktur.
12.  Türkiye her zamankinden daha uyanık temkinli ve kararlı olmalıdır. Müslümanlıkla şiddetin, barbarlığın yan yana olamayacağını en yüksek perdeden anlatmaya devam etmelidir. Taşaron örgütlerin kimler tarafından idare edildiğini ifşa etmelidir. Sömürgecilerin ipliğini pazara çıkarmalıdır. Kendi elleriyle dünyayı nereye götürdüklerini göstermeli; şiddetin şiddeti doğurduğunu, zararın masum insanlara, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara dokunduğunu, savaşların, göçlerin, insanlığı tükettiğini, dönüp dolaşıp yine kendilerine en büyük kötülüğü yaptıklarını Batı kamuoylarına izah etmelidir. Bünyesindeki hastalıkları süratle tedavi etmeli, tedaviyi geciktiren mikrop ve bakterilerin önünü almalıdır. Alevi Sünni, Kürt Türk gibi sun’i ayrılıkları bir daha ortaya atılamayacak şekilde kökünden halletmelidir. Türklüğü ve Müslümanlığı, idaresindeki azınlıklar kadar kalkındırmaya, geliştirmeye çalışmalıdır. Bu cümleden olarak Ermenilerin Türklere yaptığı soykırımını ve Çanakkale’yi, önce “Biz bunu yaptık; Ermenileri kestik, Anzakları, İngilizleri, Fransızları sebepsizce öldürdük” diye düşünen yurt içindeki ve yurt dışındaki kendi evlatlarına, sonra da dünyaya anlatmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türkleri ihmal ettikçe dünya barışı tehlikeye girmektedir. Dünyanın Türklerin hoşgörülü yönetimine, adaletine ihtiyacı vardır.

Sözüm size, bize, hepimize…

27 Aralık 2014 Cumartesi

Soysuz Âdeti Yeniyıl

 27 Aralık 2014                

Bugün Yeni yıl âdetinden bahsedeceğim. “Âdet” diyorum, çünkü onu başka bir şekilde sınıflamak mümkün değil. Gelenek değildir; atalarımızdan gelmemektedir. Görgü de değildir; yılbaşı kutlaması yapmadığımda kimse beni ayıplamıyorsa görgü olamaz, çünkü atalarımızdan böyle bir şey görmedik. Gelenekleri asıl şekillendiren ve Töre denilen Türk Anayasası ise hiç değildir. Uygulaması gittikçe yaygınlaştığı için alışkanlık haline gelmiş davranışlara adet deniliyor. Ülkemizde iki buçuk ay boyunca yılbaşından söz ediliyorsa bu, artık bu davranışların adet haline geldiğini gösterir. Geleneğe, atalara dayanmayan adetler, sonradan bünyemize yapışan adetlerdir; atalardan gelen geleneğe uygun ise adet olmaktan çıkar, geleneğe dönüşür. Gelenek, adı üstünde geçmişten geleceğe doğru devam eden, alışkanlık yapmış davranışlardır. Bu ise olsa olsa adet adını verdiğimiz, daha yakın zamanda ve daha sınırlı bir çevrede oluşmuş davranışlardır.
Gelenekle, bünyemizle, asaletimizle hiç ilgisi olmayan yılbaşı âdetini, izninizle ben soysuz bir âdet olarak sınıflandırmak ve gittikçe soysuzlaşan bu âdet üzerinde biraz durmak istiyorum. Çünkü Yılbaşı âdeti hayatımızın her yönünü kuşatmaya başlamış durumdadır ve bu âdetin çevresinde şekillenen uygulamalar, milletimizi ayakta tutan aile ve gençliğimizi tehdit etmektedir. Türk radyo ve televizyonlarını, alışveriş merkezlerini, sokaklarını bugünlerde dolaşanlar, bizi bir Hıristiyan ülkesi zannedebilirler.

Yılbaşını ve nereden kaynaklandığını biliyorsunuz: Bu bir Batı Hıristiyan Dünyası âdetidir. Çizgi filmlerde, filmlerde, dizilerde gördüğümüz gibi Noel'de evler süslenir, çünkü çatıya Noel baba gelsin diye (Noel baba Hristiyanlara göre Hz.İsa) düşünülür. Noel'in İngilizcesi Christmas'dır. Jesus christ derler, yüce İsa demektir. Christ yüce demek... Noel'de Hristiyanlara göre kar yağması çok önemlidir. Çünkü kar yağarsa Hz. İsa'nın ayak izleri görüneceği düşünülür. O yüzden Noel'de kimse dışarı çıkmaz. Noel babaya yazılan mektup aslında İsa'ya yazılır. Kurabiye ve süt onun için konur (genellikle çocuklar koyar, güzel hediye bıraksın diye.)

Hıristiyanlarımız bu soysuz âdetin Türkiye’de yayılmasını desteklediler. Kendilerini biraz olsun içinde buldukları bir âdeti uygulamalarından daha doğal ne olabilirdi? Onların komşuları Müslüman Türkler desteklediler; çünkü dünyanın en hoşgörülü milletiydiler. Velhasıl, küçücük bir menfaat ve zevk için; komşularına saygı duya duya komşularının âdetini soysuzlaştırarak kendilerine mal ettiler.

Önceleri Hristiyan evlerinde başlayan, Avrupa görmüş ecnebi hayranlarının katılımıyla yayılan evlerdeki yılbaşı partileri, anaokulundan başlayarak üniversitelere ve en sonunda işyerlerine kadar kendine yer buldu. Öğretmen ve öğrenci dersten, amir memur işten sıyırmaya, içmeye… vesile arıyordu, buldular.
Bu soysuz adet yayıldıkça yayıldı ve artık meydanlarda içip… , kadınları taciz etmek bir moda oldu. Bunun bir yandan Hıristiyan kültürünü geliştirir, yaygınlaştırırken bir yandan da aptal Türkleri(!)aşağılamak amacıyla ortaya konduğunu kimse görmedi.

Bu iki ay boyunca yediği herzelerin gündeme gelmemesi işine geldiği için iktidarlar ve siyasiler de bu soysuz âdete çanak tutuyorlar. Noel Baba’nın Demreli oluşunu turizm vesilesi kılmak bu üstün zekâlıların sonuçsuz kalan işlerindendir.

Solcular, laikler, devrimciler, komünistler sağcılar, milliyetçiler bu işe karşı çıkıyor diye bu soysuz âdeti desteklediler, en büyük uygulayıcıları onlar oldu.

Yılbaşı gecesi, başka zamanlarda insanlara verilmeyen hizmetler verilerek bu soysuz âdeti yerine getirenler ödüllendirildi.

Önceleri sadece yılbaşlarında ortaya çıkan, kartpostallardan tanıdığımız Noel Baba ve Ren geyikleri hayatımızın tam ortasına girdi.

Biraz daha, biraz daha; daha çok kazanayım diyen işadamı, tüccar, bakkal… iş yerinde bu soysuz adetin malzemelerini satarak yaygınlaşmasına sebep oldu.

Bu adet önce bomboş bıraktığımız bir alandan, çocuk edebiyatı üzerinden bağrımıza girdi. Yabancı masal kitaplarındaki bu ilginç hayvanlar –geyikler- ve kızakları ilgimizi çekmişti. Beynimize attıkları bu çentik ileriki yıllarda çok işlerine yarayacaktı.

Anne babalar, anaokulundaki çocuğunu yılbaşı partisine gönderirken onun eğlenmesini, güzel vakit geçirmesine seviniyordu. Göz yumdular çocuklarımızın bu soysuzluğu yaşamalarına.

Din adamı Hz. İsa da bizim peygamberimiz doğumunu kutlasak ne olur dedi. “Ulan bu rakıcılar bir gün de içiversinler” dedi, sesini çıkarmadı.

Türkçüler, bu gâvurlarda geyik ne gezsin, o Ren değil Sibirya geyiğidir, çam dikmeyi bunlar bilmez Çam Bayramı eski Türk bayramıdır dedi, konuyu sulandırdı. Hâlbuki geyiklerin çobanları Türk olmaktan çıkmış, Hıristiyan çobanları haline gelmiş, gelenek Batının bir geleneği olmuştu.

Etnik Özürlü sanatçılar bu yılışık eğlence usulüne teşne idi. Ses çıkarmamak ne kemlime bu soysuz âdete koşarak gittiler. Yılbaşına nasıl girersen yılın öyle geçer diye ahlaksız bir şehir efsanesini uydurdular ve çiklet gibi çiğnediler. Bundan büyük batıl inanç olamazdı. Özellikle nefret edilesi bu yılışıklıktan sanat icra etmekten uzak sanatçı müsveddeleri sorumludur.

Bu soysuz âdetin ilk filizlenmesini, daha televizyon yokken, TRT, Türkiye radyoları vasıtasıyla Yılbaşı gecesi yayınladığı piyango çekilişleriyle, sağlamıştır. Sanatçılar memnun, radyolar memnun, vatandaş memnun, devlet memnun (paranın çoğu onun cebine giriyordu)… Herkes yol verdi yılbaşı eğlencelerine. Derken efendim bazı çatlak sesler duyulmaya başlandı; Neymiş piyango kumarmış da, kumarın millisi olmazmış da, yılbaşında hindi yenmesi Batılıların sembolik olarak Türkleri yemesiymiş, onun için Türkiye’nin adı Turkey (hindi) imiş de, mişmiş de mişmiş. Kimse aldırış etmedi bunlara tabi.  Geri kafalılar sizi!

Tek kanallı televizyon yıllarında TRT, bir alışkanlık uydurdu, sonra da özel televizyonlar onun bıraktığı yerden bayrağı devraldı: Televizyonlarda mutlaka her Noel’de (25 Aralık Hz. İsa’nın doğum günü) Hıristiyan kültürünü yansıtan Noel Babalı, kiliseli, ayinli filmler gösterildi, gösteriliyor. (İsterse en baba Müslüman iktidar başta olsun, fark etmez; mutlaka bu Noel Babalı filmler 25 Aralık’ta yayınlanır.) Bu çaba âdetin yaygınlaşmasına yetmedi, haber bültenlerinde Noel ayin haberleri, o da yetmeyince ayinleri canlı olarak yayınlamaya başladılar. 25 Aralık’ta Hıristiyan vatandaşlarımıza şirinlik olarak yayınlanan Noel Babalı filmler o hafta az buçuk eleştirilir, üzerinde konuşulur, unutulur giderdi. Şimdi öyle mi? Başta televizyonlar olmak üzere Hıristiyanlar ve onların izinde gidenler kutlamaları adet haline getirdiler. Soysuz bir adet! Artık sadece Hıristiyanların oturduğu semtlerimizde değil Müslüman mahallelerinde, geyikler dolaşıyor! Televizyonlar sadece 25 Aralıkta değil, en az iki buçuk ay yılbaşı, Noel Baba, yılbaşı eğlenceleri, yılbaşı hediyeleri, yılbaşı… sohbetleri yapıyor. Yılbaşından bir buçuk ay önce (ben özellikle ilk yılbaşı reklamı ne zaman yayınlanacak diye baktım) sahibi Hristiyan şirketlerin TV reklamlarıyla başlayan bu süreç, gazete, dergi, afiş, dükkân vitrinleri ile gittikçe geliştiriliyor ve yılbaşından bir ay sonra itin birinin o gece nasıl kaşındığına dair program ve haberler seyredebiliyorsunuz. Milli Piyango, Yılbaşı kıyafetleri, yılbaşı hediyeleri, Noel Baba haberleri, yılbaşı kutlama mekânları, yılbaşı tedbirleri,  yılbaşı partileri…
Gündemde tutulması ecnebi kökenli etnik özürlü basının ve reklamcıların gayreti ile oluyor. Yılbaşından bir ay sonra bile sosyete denilen ama sosyete ile ilgisi olmayan soysuz bir güruhun nasıl eğlendiğini seyretmeye devam ettiriliyoruz maalesef. O kadar çok konuşuluyor, reklamı yapılıyor ki, bu uygulamaların soysuz bir adet haline geldiği görülüyor. Dün akşam bir soysuz TV kanalında Noel Baba’nın evinden çıkışının haberi vardı ve mutlaka bütün çocuklara geleceği söyleniyordu.  Radyo ve televizyonlardaki bir avuç etnik özürlü hovarda meşreplerine uygun yılbaşı programlarını yaygınlaştırdılar.

Adet o kadar soysuz ki Hıristiyan evlerinin odalarını süsleyen çamların, mumların taklidini geçtik, evlerin damlarına konulan heykelleri taklit etmeye başladık. Hıristiyan vatandaşlarımız eliyle yüreğimize, hayatımıza atılan bir tırnak. Kazıyorlar, kaşıyorlar, kanatıyorlar. Şu anda da bu konuda pençelerini iyice geçirmiş durumdalar.

Bir zamanlar televizyonlara boy boy yılbaşı reklamları veren şirketler, yabancı çokuluslu şirketlerin Türkiye acentalarıydı. Bugün Türkiye’nin neredeyse bütün önemli şirketleri, bankaları bizzat Hıristiyanlar ve ecnebilerce satın alındıkları için, Noel Baba’ya “Ho Ho” diye Türk çocuklarını güttüren reklamlar yayınlıyorlar. Ne diyelim parayı veren düdüğü çalar!

Kısaca AVM denilen alışveriş merkezleri, müşterilerini alışveriş yapmaya ve ev, araba, hem ev hem araba çekilişlerine katılmaya çağırıyor. Şehrin her yerinde devasa afişleri yapıştırılmış. Vahşi kapitalizm daha çok kazansın diye çabalıyor. Kola şirketleri, telefon şirketleri, yabancıların büyük ortak olduğu bankalar, oyun; tombala satan şirketler, Milli Piyango… kazanıyor. Her yere asılan ve elden dağıtılan küçücük afişlerle de sınırsız içkili yılbaşı parti reklamları yer alıyor.

Bu yılbaşı adetinden, kutlamalarından vatandaş ne kazanıyor? Hediyeye, altına, zümrüte, kıyafete, eğlenceye, içkiye, iç çamaşırına… bol bol, bütün birikimini harcıyor. İşin millî tarafı ise kuruyemişçilerin ve kılık kıyafet satanların kazanması. Tabi eskiden dünyada konfeksiyon alanında parmakla gösteriliyorduk, daha iyi idik, şimdi yabancı şirketlere fason mal üreten küçük işletmelere dönüştük. Bu da bir şeydir, evet.
Peki, vatandaş eğleniyor mu? Hayır. Eğlendiğini zannediyor. Adam gibi içkisini içebiliyor, yemeğini yiyebiliyor mu? Hayır. Bol bol sahte içki üretiliyor. Bol bol sahte et (domuz eti) piyasaya sürülüyor.
Yakalananlar yakalanmayanların kaçta kaçı siz tahmin edin. Şişede durduğu gibi durmuyor meret. Meydanlarda içenlerin halini görüyoruz, içler acısı; birileri kendilerini taciz etmezse ne âlâ. Evlerde aile dostlarıyla içenler ne yapıyor? Saçmalıyorlar, aile faciaları oluyor.

Ekonomik bir değer taşımadıkça bu soysuzluğa karşı çıkılamaz, çığ gibi büyümesine engel olunamaz, ezer geçer, deniliyor. Sosyal basında bir forum sitesinde ismi Türk olan biri, bu soysuz geleneğe karşı çıkanlara şöyle demiş: “Kutlamak istemeyen arkadaşlar İran veya o çok sevdikleri(!) Ortadoğu ülkelerine iltica edebilirler tutan yok!”[1] Artık bu işin savunmasını da (ki ajanların çok önem verdikleri kamuoyu yönlendirme işidir)  Türk ve Müslümanlara yaptırıyorlar. Devasa kutlamaları ne yazık ki Müslüman! belediyeler düzenliyor.

Vatandaş bu yılbaşı kutlaması soysuzluğundan kurtarılmalıdır. Hıristiyan vatandaşlarımız da alınmasın. Asıl Noel günü bozulmuştur. Bu gidiş sizin de hayrınıza değildir. Sağlıksızdır, bin türlü hastalık bırakmaktadır ardında. Ne laiklikle, ne solculuk sağcılıkla ilgili değil bu dediklerim. Herkesin dilediği gibi yaşamasına saygım var ama bu toplum hasta ediliyor, gelenekleri unutturulup soysuz adetlerle donatılıyor, biz de buna vesile oluyoruz, seyirci kalıyoruz. Meydanların ışıklandırılması için harcanan milyonlar, başka hastalıklarımızın, dertlerimizin tedavisi, en önemlisi istihdam için kullanılmalıdır. Türkiye çapında ne kadar harcama yapıldığını düşününüz lütfen. İçki içenleri, eğlence arayan gençleri, bir ihtiyaçsa eğer, başka etkinliklerde bir araya getirmemiz, mal satma ihtiyacındaki hırslı tüccarı başka mecralarla malını pazarlamaya davet etmeliyiz. Milletimizin iğfaline sebep olmaması için başka yollar bulmalıyız.

Tarihi süreçle ilgili olmayan, millet hayatındaki zaman ve mekân boyutunun derinlik ve genişliğinde pek izi olmayan, aksine başka medeniyet dairelerinin, milletlerin hayatının bir parçası olan uygulamaların kısmen veya aynen alınıp uygulanmasını soysuz adet olarak nitelendirdik. Aynen aldıkların zaten senin değil, onundur. Kısmen aldığın ise senin ruhuna ne kadar hitap edebiliyorsa ona bakmak lazım. Eğer senin diğer geleneklerinle uyuşuyorsa bir süre sonra gelenek haline dönüşecektir. Ben bu noktada, bünyemize uymadığı halde gittikçe yayılıyor olmasını milletimizin bünyesinin en hafif bir ifadeyle değiştirilmekte olduğunu söylemek isterim. Hayatımızın her yönünü kuşatmaya başladığını söyledik. Bu durumda biz, soysuz bir âdeti uygulamakla kalmayıp, bu soysuz âdetin sahibi medeniyetin, milletin, ülkenin adetlerini, geleneklerini, kültürünü kendimize ait bir kültür olarak görmeye başlamışsak, o zaman kendi geleneklerimizi, kimliğimizi kaybetmişiz demektir.

Her geçen yıl, daha da ilerleyen bir çöle benzemektedir yılbaşı. Hayatımız bu soysuz âdetin tehdidi altındadır. 1984 yılında Ankara, Kızılay’da bir tek Noel Baba şapkalı piyango biletçisi vardı. Tek tük, o da ecnebi evlerinde çamlar görülürdü. Bugün evlerinin çatısına (adı her ne ise) şişman heykeller dikiliyor.
(İlki geçen yıl Nışantaşı Sosyete Pazarı çatısında görüldü.) Batılılar kiliseden uzaklaşır, Türklerin de tesiriyle hızla Müslümanlığa kayarken, içimizdeki ajanlar, ecnebi maşaları; bizim televizyonlarımız, bizim cehaletimizi, aymazlığımızı kullanarak ve yılbaşını, Noel’i vs. bahane ederek bizi hızla kiliselere sokmaya çalışıyorlar. Maksat bizi Hıristiyan etmek olsa canım yanmaz, kendi temellerinden ayırıp daha çok sömürebilecekleri cahil bir toplum yaratmak.

Büyük kitapçılara gittiğinizde çocuklar için basılan kitapları lütfen bir karıştırınız. Yüzde bir oranında (kitap sayısı, baskı adedi, muhtevası, kalitesi gibi unsurları dikkate alarak) Türk / İslâm kültürüne yer verilmediğini gözlerinizle göreceksiniz.

Kendi yılbaşını kutlamayı unutmuş (21 Mart Nevruz günü) başkalarının bayramını kendi bayramı zanneden bir millet değil, bir topluluk var karşımızda. Kendi bayramına boş ver deyip başkasının kuyruğuna yapışmış bir topluluk…

Peki, çözüm ne? Ne yapalım? Türk milleti, geleneği sahipsiz diye, sömürgeciler bütün imkânlarını kullanarak var güçleriyle saldırırken meydanı boş mu bırakalım? Öncelikle üç kuruşluk menfaatler için, bir rakı masasının keyfi için… milletimizi satmayalım.

Sonra, biz Türkler birleşip, kendi Töremizi yaşamaz, yaşatmaz, bu yolda çalışanlara maddi manevi destek vermezsek Töre zayıflar, gelenek kaybolur, soysuz adetler peyda olur ve bu soysuz adetler gün geçtikçe hayatımızı kuşatır. Kaybolduğumuzun farkına bile varamayız. Allah korusun.

Töremizi, geleneklerimizi yaşatalım, sahiplenelim ki soysuz adetler etrafımızı kuşatmasın. Hayatımızın her anını kuşatacak şekilde Töre ve Töre’den kaynaklanan gelenek, adet, görgü ve alışkanlıklarımızı, ahlakımızı ortaya çıkarmak ve hayatımızı buna göre tanzim etmek zorundayız. Evvela da henüz yazılmamış Türk Töresi’ni, Türk Görgüsü’nü, parça parça yazılmış Türk Gelenekleri ve Adetleri’ni yazmamız ve çocuklarımıza öğretmemiz lazım.  Töre’nin gücünü ve Türkler için önemini bilenler ona çamur atmak için Türk Sineması’nı ve onun ecnebi senarist ve yönetmenlerini kullandılar. Yıllarca “Batasıca, Kahrolasıca Töreler” diye Töre’mize, yazılmamış gizli anayasamıza küfrettiler. Son zamanlarda da “Töre cinayetleri” diye bir kavram uydurdular, Töre’yi iyice çamura bulaştırdılar. Tıpkı Ergenekon adının bir adi suç örgütüne verilmesinde olduğu gibi. Bilmedikleri bir şey var: Töre kendisini diriltebilecek, bunun için canını verecek evlatlarını da ortaya çıkarabilecek güçte bur kurumdur. Kendi külünden doğan Anka gibidir Töre.

Sadece kendimize, kendi imkânlarımıza bakalım ve ona güvenelim. Yabancılar, yerli olup da etnik özürlü olanlar bizim gibi düşünmezler; onlar için önemli olan kendi azınlıklarının menfaatleridir. Bu da doğaldır. Biz kendi yağımızla kavrulmasını öğrenmeliyiz. Kimse bizim iyiliğimiz için kılını kıpırdatmayacaktır. Ne yabancılara, ne iktidarlara, ne siyasilere kendimize güvenelim ve imkânlarımızı birleştirelim.

Bin yıl önce Çin’in ipeğine, kadınına kapılmak senin yok oluşun idi ise, ecnebinin soysuz âdetine kapılmak da senin yok oluşundur. Kapılma!

Sözüm size, bize, hepimize…




[1] http://www.frmtr.com/garip-olaylar/5744208-noelin-turkiyede-fazla-bilinmeyen-amaci-3.html

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Mimari Soykırım

         20 Ağustos 2014              


Van Gevaş’ta, 1335 yılında yapılmış Halime Hatun Kümbetinin yakınındaki ağaçlar kesilerek beş katlı bir yurt binası yapılmıştı.[1] Halime Hatun Kümbeti yanına onun görüntüsünü bozacak, mimarlıkla, şehir mimarisi ve plancılığıyla hiç alakası olmayan bir yurt binası yapılması gecikmeli de olsa sanal âlemde ve ulusal basında eleştiri konusu oldu. Selçuklu Mezarlığı olarak bilinen mevkinin yalnız türbe kısmı kalmış, hemen ardında çirkin bir bina görüntüsü yer almıştı. Konu gündeme gelirken cinayeti işleyenin sadece Gevaş’ta değil gittiği Konya’da da bin yıllık bir çeşmeyi yok ettirdiğini yazılmıştı. Bu konudaki yazıları, haberleri, fotoğrafları ürpererek okudum. TOKİ binayı ben yapmadım dedi.[2]

Gerçekten çok büyük bir mesele ile karşı karşıyayız. Eleştirenlerin bazıları bunu bir öküzün bile yapmayacağını söylüyordu ki ben de aynı görüşteyim. Eleştirilere karşı çıkanlardan bazıları ise ‘bina ile türbe arasında yüz metre var; sanki arada bir mesafe yokmuş gibi duran resimleri öne çıkarıyorsunuz, yapılan iş doğru değil tarih bilincinden yoksunluk, cehalet, düşüncesizlik ama yine de eleştirilerinizi mertçe yapın’ demişler. Eleştiriler mertçe yapılmalı sözüne katılıyorum. Yine de derken tartıştığımız konunun gündeme getirilmesi sırasında namertlik yapıldığını söyleyenlere katılmıyorum. Çünkü bir tarihi bina, bir şaheser, bir şehrin neresinden bakılırsa bakılsın görülebilmeli. Şehir plancılığı ve mimarisi bunun için vardır. İsterse aradaki mesafe on kilometre olsun, eğer tarihi eserin görüntüsünü (silüetini) bozuyorsa şehir belediyeleri o esere izin veremez, vermemelidir; Kültür bakanlığı bu duruma göz yumamaz, yummamalıdır.

Tarih boyunca Türk İslâm beldelerini alan Hıristiyanlar ilk iş olarak cami merkezli Türk Şehir Mimarisini yok edip o caminin yanına daha görkemli kiliseler yapmışlardır. Yol vesaire bahane edilerek yıkabildikleri kadarını yıkmışlardır. Son dönemlerde Balkanlarda ve Türk İslam coğrafyasında tarihi türk eserleri ve camilerinin etrafı istimlâk edilerek satın alınmakta, daha sonra da oralara farklı yüksek binalar yapılıyormuş gibi kiliseler yapılmaktadır. Bu kiliseler hiç şüphe yok, oradaki eski camiden daha yüksek ve ihtişamlı inşa edilmekte, şehrin bütün Türk Şehri özelliği yok edilmekte, o şehirlerin yöneticileri de buna sessiz kalmaktadır. Bu bir cinayettir ve rahatlıkla bunun adını mimari soykırım olarak koyabiliriz. Balkanlarda mimari soykırıma adım başı rastlayabilirsiniz.

Buna benzer bir mimari soykırım da Kâbe’de yapılmaktadır. İngiliz kafalı ve güdümlü Suudlar, Kâbe’nin yanına Kâbe’yi nokta kadar gösterecek büyük oteller ve Londra’daki meşhur Big Ban’e tıpatıp benzeyen, lakin ondan çok daha büyük, devasa bir saat kulesi yaptılar. Kâbe’nin içini demir yığınına döndürdüler. Merak edenler bu rezaleti Kabe TV kanalını açıp canlı olarak görebilir yahut internetten araştırabilir. Cehaletten kaynaklanan bu gibi işleri saymakla bitiremeyiz ama dünyanın gözbebeği olan Kâbe’de ve yine dünyanın gözbebeği olan İstanbul’da benzer bir soykırım’ın yapılmasını asla kabullenemeyiz. Fikrimce Kâbe’ye tepeden bakanların bu meskenlerini başlarına geçirmek gerekir.

İstanbul’da da benzer bir mimari soykırım vardır. Bu soykırım güzelim Sultanahmet ve Ayasofya görüntüsünü bozacak binaların yapımına izin verilmesidir. Bunu yapanlar Türk Şehir plancılarının, mimarlarının en iyilerinin bünyesinde bulunduğu, bulunması gerektiği İstanbul Belediyesi’dir. Bu belediye bu cinayete nasıl izin vermiştir akla ziyandır. Şimdi o binaların ne durumda olduğunu bilmiyorum ama görüntüyü bozacak kadar yükseldiğini gözlerimle gördüğüm için bunları yazıyorum. Keza Marmaray köprüsü için aklı başında ne kadar uzman varsa belediyeyi ve Erdoğan hükümetini uyarmış, hatta Unesko bile bunun doğru olmadığı, başka bir yere yapılması gerektiğini, Sultanahmet görüntüsünü bozduğunu söylese de dinletememiştir. Mahkemeler filan Erdoğan’a vız gelmiştir. Üstelik Başbakan bütün engellemelere rağmen size bu modern hizmeti getirdik diye açılış yapmıştır. Bu gibi cinayetleri saymakla bitiremeyiz. Ama asıl felaket zihniyetimizdedir. Erdoğan’ın 30 Mart Bursa Mitingi’ni hatırlıyorum. Arkasında şehrin göbeğine Ulucami’nin ve tarihi Bursa’nın görüntüsünü mahvetmiş bir şekilde inşa edilen dev TOKİ blokları önünde,[3] Bursalılara Tarihi Bursa’yı nasıl imar ettiklerini, tarihi eserlere nasıl baktıklarını, gerine gerine anlatmıştır. Bu ne acaip bir tezattır ya Rabbim. İnsanın oturup ağlaması gereken bir tezat.

Mimari soykırım bu şekilde Türk Şehrine, Türk Camisine, Türk Kümbetine uygulanırken, Türkiye’deki bir azınlık eseri neredeyse ortaya çıkarılıp etrafı bu gibi görüntü kirliliğinden kurtarılmaktadır. Avrupalılar, Avrupa’nın herhangi bir şehrindeki, bırakın 500-1000 yıllık bir eseri, yüz yıllık bir esere bile bir çivi çakılırken ne gibi tedbirler alıyorlar, gidin bir bakın. Gidin Akdamar’a Kilisenin 200 metre uzağına bir otel inşa etmeye çalışın bakalım. Dünya nasıl ayağa kalkıyor. Bizde ise bazı muhteremler hangi parti, hangi zihniyet yaparsa yapsın, lanetlenmesi gereken bu gibi işleri eleştirmek yerine eleştirenleri sindirmeye çalışıyorlar.

Bu işe izin veren yöneticiler derhal istifa etmelidir. Bu soykırımın sorumluları adalet önünde, şehir plancıları, mimarlar nezaretinde hesap vermelidir. Bu mimari soykırım, bütün cepheleriyle araştırılmalı, sonuçlar mimarlık fakültelerinde bir şehir plancılığı ve mimarisi nasıl olmamalıdır dersinde örnek olarak gösterilmelidir. Türk İslâm eserlerine böyle hoyratça davranılmasının önüne geçilebilmesi için bütün kurumlarımızın, bütün vatandaşlarımızın hassasiyetine her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunduğu çok açıktır.

Sözüm size, bize, hepimize...


[1]http://www.haberlersondakika.gen.tr/106231-halime-hatun-kumbeti-nin-siluetini-bozdular

[2]http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27028611.asp


[3]https://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http%3A%2F%2Fimg03.imgfotokritik.com%2Ffk_new%2Flowres%2F4%2F9%2F5%2F495945%2F2778954-bursanin-uzerindeki-kara-bulut-toki-konutlari.jpg&imgrefurl=http%3A%2F%2Fwww.fotokritik.com%2Farama%2Ftoki&docid=RYM2h2MFDQ4cDM&tbnid=3pyAVdZA2kFTyM%3A&w=280&h=280&ei=A2PzU9LvPIWl0QWjw4C4AQ&ved=0CAIQxiAwAA&iact=c