11 Ağustos 2017 Cuma

DTCF BİRLİK Kantin

Akıllı telefonlarda çok yaygın olan bir uygulama olan WhatsApp uygulaması biz yaşlıların bile takip edebildiği bir kolaylık sunuyor: Kolayca bir topluluk kurabiliyor, belirli bir ortaklığı, mazisi olan arkadaşlarınızla sohbet edebiliyorsunuz. Kırk yıl önce mezun olduğum Öğretmen Lisesi mezunu arkadaşlarla oluşturduğumuz bir topluluğumuz da var; otuz beş yıl önce mezun olduğum fakültedeki arkadaşlarımızın kurduğu topluluğa da üyeyim. Bugün bu ikinci topluluğumuzdan, birbirine kopmaz bağlarla bağlı ülkücülerin oluşturduğu DTCF BİRLİK KANTİN topluluğumuzdan söz edeceğim.
Neden okulun adının yanına ‘Birlik’ adının geldiğini kolayca tahmin edebilirsiniz; birleşmek, birlik olmak, birlikte meseleleri çözmek veya memleketin meselelerini birlikte omuzlamak güzeldir. Neden bu iki adın yanına ‘Kantin’ adının geldiğini merak edebilirsiniz. Ben de uzun uzun bunun anlamını düşündüm.
Bizim zamanımızda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve tahmin ediyorum birçok fakülte de öyleydi, bugünkü fakülteler gibi okul bahçesi, binaları, derslikler, katlar, geçitler, okul bahçesi, yemekhanesi, toplantı salonu, kütüphanesi, kantini ve sosyal faaliyetleri olan, öğrencilerin serbestçe bunlardan yararlanabildiği okullar değildi. Elbette “görünürde” bir fakülteye girmeye hak kazanmış olan bir öğrenci için bunların hepsi önünde bir imkân olarak vardı. Ama gerçekte, okulun bahçesine ya tek başınıza giriyordunuz, hiçbir şeye karışmayan bir Ot’tunuz, sosyal demokrat, selametçi, nurcu veya kulakları düşüren bir başka tarikat mensubuydunuz yahut bir topluluk içinde giriyordunuz, Ülkücü veya Komünist’tiniz. Bizim okulumuz DTCF’de de Otları saymazsak iki taraf vardı; Ülkücüler ve Komünistler.
Fakülteye geldiğimiz 1978 senesinde, okulun dış kapı duvarına Goministlerin yazdığı “Buraya Muhammed’in piçleri giremez” yazısı silinmiş olduğu halde okunabiliyordu. Otların ve diğer kulağı düşüklerin çeşitli sebeplerle bir itirazı yoktu ama biz Ülkücülerin buna, Türkiye’nin adım adım kurtarılmış bölge haline getirilmeye çalışılmasına itirazımız vardı. Solun kurtarılmış bölgesi durumundaki Sıhhiye’deki bu okulda biz de vardık ve var olacaktık. Bu sebeple okula her sabah toplu olarak geliyorduk. Ara sıra bu toplu geliş gidişlerde çevredeki solcu gruplar bize saldırırdı. Okula girdiğimizde de derse girecekler, kendi bölümündeki arkadaşlarıyla oluşturduğu küçük topluluğu ile kendi bölümüne, bölümün bulunduğu katına, sınıfına gidiyordu. Dersi olup da bölümüne, katına, sınıfına komünist hâkimiyeti dolayısıyla gidemeyenler veya dersi olmayanlar ise yine topluca gidip ortasına polis yerleştirilmiş Kantin’de Ülkücülerin oturduğu sağ tarafa oturuyordu. Ya dersi bekliyor, ders saatinde yine toplu olarak derse gidiyor veya gidemiyorsa bölümünün “Gominist” işgalinden kurtarılacağı vakte kadar Kantin’i bekliyordu. Böyle akşama kadar Kantin’de komünistlerle karşı karşıya oturmak, laf atmalar, karşılıklı sinir harbi oluşturuyordu. Zaman zaman kavgalar olur, polis herhangi bir tarafın polisi değilse çabuk ayrılırdı. Ne yazık ki genellikle Pol-Der’li polislerdi, Komünistler polislerin gözetiminde en zayıf anımızı kollar saldırırlardı. Bu kavgalarda ne bulursak birbirimize fırlatıyorduk. Yumruklaşmalar vesaire sonucu ciddi yaralanmalar olurdu. Kantin dışında da kavgalar eksik olmazdı. Yolda, katlarda, sınıflarda bir anda kavga çıkardı. Kim daha güçlüyse öbür tarafı püskürtür, püskürtülen taraf, ciddi yaralanma vesaire olmamış, karakola götürülmemişse kös kös Kantin’e dönerdi. Öğle vakti gelir, Ülkücüler belli bir saatte, Komünistler belli bir saatte toplu olarak yemeğe giderdik. Kavgada kullanılmasın diye yemekhaneden çatal ve bıçak kaldırılmıştı. Ne yemeği olursa olsun sadece kaşıkla yiyecektiniz. Gidip gelirken iki grup mutlaka karşılaşır, bir kavga, en azından hırlaşma olur, yiyeceğimiz, yediğimiz burnumuzdan gelirdi. Yemekten sonra akşam çıkış saatine kadar yine arı kovanı gibi işleyen, bazen içinden ateşler çıkan, bazen sakinleşen ama hep dumanlı bir Kantin’i beklerdik. Bu duman yangın yerine dönen Türkiye’nin bizim bizzat yaşadığımız, görebildiğimiz yangınının dumanıydı. Tabii akşama kadar oturulan bu Kantin’de içilen sigaraların dumanı ayrı bir konu. Bunca sene sonra Tren yolundan kantinin içinde bulunduğu yabancı diller binasına baktığınızda hâlâ sigara dumanından simsiyah olduğunu görebilirsiniz. Bu kantinde, hadisesiz gün olmazdı; çıkan kavgalarda yakalanıp Solmaz Kılıçtepe Karakolu’na götürülenler mi dersiniz, oradan Ankara Emniyeti’ne veya Mamak Cezaevi’ne götürülenler mi dersiniz, yaralananların hastaneye götürülmesi mi dersiniz, yok yoktu. Bazı günler derse, bölümüne gidemeyen arkadaşlara sınıflarına kadar eşlik edip dönerdik kantine. Karşı taraf da armut toplamadığı için bu gidiş dönüşler mutlaka kavgalı olurdu.  Komünist grup 500’e yakın, biz ise en fazla olduğumuz zaman 125 kişiydik. Müdavimler olduğu gibi Kantin’e ara sıra gelenler de vardı
Kantin’de çay filan olduğunu düşünmeyin. Okulun dekanı rahmetli Prof. Dr. Yaşar Yücel, biz ona “Çamur Yaşar” derdik, bir kavga sırasında çay bardakları havada uçuşunca çayı kaldırmış. Biz çaysız bir kantinde aç susuz oturuyor, sabahtan akşama kadar sohbet ediyor, vatan kurtarıyor, mavra yapıyorduk. Ders konuşulduğu da oluyordu tabi ama çok az! Bazı arkadaşlarımız çok disiplinliydi, bunca kavga gürültüye rağmen kitap okuyabiliyor, ders çalışabiliyordu. Gecesi de yurtlarda genellikle birlikte geçen Kantin ahalisi bu kadar süre birlikte oturup, sohbet edip vatan kurtarınca, kavga edince birbirleriyle kardeş oluyor, dost oluyordu. Âşık olanlar da az değildi tabii. Bunca gürültü içinde dedikodunun hası yapılmaz mı? Onu da yapıyorduk. Şurası var ki hepimiz samimi ülkücülerdik.Milletimizin menfaatlerini şahsi menfaatlerimizin önünde görüyor, bu milleti ölümüne seviyorduk. Bu milleti seven herkesi çok seviyorduk. Milletimizin düşmanlarına düşmandık. Maksadımız ise Türk milletini her alanda güçlü ve mutlu yapmak, Allah rızasını kazanmaktı. Gün geçmiyordu ki kurşunlanan, yaralanan arkadaşımız olmasın! Her an her şeye hazır olmak durumundaydık. Çoğumuz fakirdi. Paramız yoktu. Belki hepimizde azdı ama her şeyimizi paylaşıyorduk. Okuduğumuz kitabı, dinlediğimiz bir konuşmayı, yaşadığımız hadiseleri birbirimize anlatarak zenginleşmeye çalışıyorduk. Bizim için esas okul Kantin idi. Orada bir üniversitede öğrenemeyeceğimiz yüce duyguları yaşayarak öğrendik. Arkadaşlığı, dostluğu, aşkı, karşılıksız sevmeyi, paylaşmayı, vefayı… Okumayı, yazmayı, dinlemeyimünakaşa etmeyi, sohbet etmeyi… Daha bir sürü duyguyu, biz, doyasıya yaşadık. 
Bu durum ihtilale kadar devam etti.
Bizim öğrencilik yıllarımız ne yazık ki sınıf kantin yemekhane arasında devam etti. Kütüphaneyi bu üçgenin içine sokmamız ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oldu. O da kısmen. Dile kolay, yıllarca kütüphane görmeden bilim yapmışsın, alışmak kolay mı? Kütüphaneye gitmeye başladığımızda kütüphaneyi de Kantin’e çevirmiştik.
Bu yüzden DTCF’li Ülkücüler için, sanırım Koministler için de durum aynı idi, Kantin’in ayrı bir önemi vardı. Tahminim bu yüzden yıllar sonra bile o pis kokulu, kavgalı gürültülü, çaysız çekilmez Kantin’i hâlâ özlüyoruz. WhatsApp yazışma topluluğumuza da bu yüzden DTCF BİRLİK KANTİN gibi bir ad koyuyoruz.
Zaman zaman 12 Eylül 1980’den beri ülkücülerin yapamadığı, bize yaptırılmayan muhasebeyi yapıyoruz. Birikmiş dağ gibi meselelerimizi konuşmaya çalışıyoruz. Bağrımız Karacaahmet Mezarlığı gibi. Ülkemiz ve milletimiz için yapamadığımız ülkülerimizi konuşuyoruz. Ciğeri beş para etmediği halde memleketi idare edenlerin yanlış uygulamalarını, Türkiye’nin her alanda içinde bulunduğu kötü vaziyeti masaya yatırıyoruz. Hepimiz düşünme, proje üretme, konuşma, susma yorgunuyuz. Bazen birbirimize bile tahammül edemediğimiz anlar da oluyor ama her şeye rağmen biz Ülkücüler, birbirimizi seviyoruz. Bu sevgimizin altında koskoca bir tarih ve medeniyet var. Sadece Kantin bile bizi bir ve güçlü kılmaya yetiyor.
Gürol Delice'nin de söylediği gibi Kantin, 80 öncesi kavga günlerinin bir mevzii idi. Aslında güzel ülkemin her tarafı bir kantindi. Bizler, bu hareketi siyasi bir hareketten olmaktan çıkarıp bir medeniyet inşası haline getirebilmenin mücadelesi verebilseydik bu sıkıntıları hiç yaşamazdık. Hâlâ böyle bir tecrübe ve birikimimiz var diye düşünüyorum. Muhteşem bir maziyi az çok tanıma imkânımız oldu. Tarih, edebiyat, felsefe, din ve tasavvuf alanında az çok bir şeyler biliyoruz. Bütün bu bildiklerimizi bir medeniyet hamlesine dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. İşte o zaman kısır siyasi ve fikir çatışmalarından kendimizi kurtarıp geleceğe ümitle bakabiliriz. Karınca misali menzile varamasak da yolunda ölürüz.
Allah son nefesimize kadar yapabileceğimiz güzel işler için bize yardımını esirgemesin. Allah dostluğumuzu, kardeşliğimizi ve birliğimizi daim etsin. Bize bu dar geçitte kurulan bütün birliklerin birlik olması yolunda akıl, fikir, güç kuvvet versin.

Not: Dün, bugünün aynasıdır. Bugün yaşadıklarımız, dünü iyi kaydetmediğimiz, sorgulamadığımız için, diye düşünüyor; dünü ve geleceğimizi konuşan, yazan arkadaşlarımızın kalemlerini kınlarından çıkarmalarını rica ediyorum.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Her Dem Yeniden Doğarız

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi bir yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti.
Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.
Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır ‘Bu darbe sola karşı yapıldı.’ diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştirO kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.
Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardıBen bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.
1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldıkHer yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.
Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi'nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.
Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım.  Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.
Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com.tr sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK'in Kuşadası'ndaki ve Konya'daki toplantılarında buna şahit olanlardanım.
Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum.
Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş.
Kıymetli eşinin ifadesiyle onu en son ziyaret eden DTCF’li ben olmuşum. Yoğun bakım vs. demeyip iyi ki de gitmişim. 21 Temmuz Cuma günü saat 17.00 idi. O etrafıyla ilgisi azaldığı söylenen Gültekin Öztürk gitmiş, yerine gözleri sevgiyle parlayan Gültekin Abi geri gelmiştiBeni görünce çok memnun oldu, adeta canlandı. Kendisine bütün Dil Tarihlilerin selam, sevgi ve saygılarını ilettim. Bazı isimleri zikrettim. Gültekin Abi elini birkaç defa kalbine götürdü ve açtırdığı avucuma getirip kalbini koydu. Boğazına takılı hortumdan dolayı konuşamamaktan ıstırap duyuyordu. Nice badireler atlattığını, bunu da atlatacağını söylemeye çalıştım. Kendisinden adına açacağımız yazışma topluluğumuza arada sırada göz atması için söz aldım. Hepinize selamları vardı. Meğer size yüreğini ve selamlarını gönderirken helallik istiyormuş.
28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi âleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklarını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlâ kalbinin sıcaklığı var.
Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Mekânı cennet olsun.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası

Dinlemeden anladık anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi

Biz sevdik aşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası

Yetmiş iki dilcedi araya sınır düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası

Miskin Yunus ol veli yerde gökte dopdolu
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)

20 Ocak 2017 Cuma

RTÜK Göreve (Vatanım Sensin Milletim Nevi Beşer?)

Dün akşam Kanal D televizyonunda Vatanım Sensin dizisini seyrediyordum. Her bölümde, üstü örtülü bir şekilde “Vatanım ruyi zemin milletim nevi beşer” kabilinden milleti yok sayan, hümanizm, propagandası yapıp Yunanlıları şirin gösteren, milli kültürün önemli olmadığını vurgulayan bir yayın yapılıyor. Milli değerlerimizin, kahramanlarımızın, birtakım ucuz fikirlere, düşüncelere, ideolojilere kurban edilmesi sözkonusu. Dikkat ediyorum hep aynı yapımcılar Antep savunması, Egenin kurtuluşu, İzmirin işgali gibi konuları dizi haline getirip şeref levhalarımızı sulandırmaya çalışmakla meşgullerSanki buraları işgal edenler çok medeni imiş, halka hoşgörülü davranmış, yakıp yıkmamış, halkın içinde çok değişik etnik unsurlar varmış ve bunlarla Türkler birlikte işgalcilere karşı direnmiş gibi gösteriliyor.
Vatanım Sensin dizisi İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edildiği dönemi anlatıyor. Bir Türk Subayı Albay Cevdet milletine ihanet edip Yunan komutanın yardımcısı olarak işgalcilerin yanında yer alıyor. Hain hain değilmiş de Kuvvacıymış... Dizide öyle bir hikâye var ki kim hain, kim vatanperver belli değilDiziyi seyreden İzmir’i Yunanlılardan Türklerin değil, Yunanlıların kurtardığını düşünür. Hainin karısına göz koyan Miralay esas hain ve sevgilisi Rum, Hainin kızı Yunan Komutanın oğluna aşık Kuvvacıları ihbar ediyor, Hainin öbür kızı yunan cephaneliğini havaya uçurmaktan idam edilecekken Venizelos tarafından affediliyor. Hapiste idamı beklerken o da kızkardeşinin sevdiği Yunan komutanın oğluna ilgi duyuyor. Hainin karısı hem hainden kopmuyor hem de esas hainin kendisine yakınlaşmasına izin veriyor. Kuvvacıların komutanı ile Yunan komutanın arasındaki dava kişisel bir hesaplaşmaymış gibi... Yani kanımızla, canımızla binbir zorlukla kazandığımız vatan topraklarının kazanılmasının hikâyesi, kahramanlık olarak değil, sıradan, adî bir vakayı adliye olarak yansıtılıyor. Sanki bu vatana göz koyanlar toprağımızı, namusumuzu kirletmemiş, baskı ve işkence yapmamış masum ve medeni insanlarmış gibi gösteriliyor.
Tam bu diziyi seyrettiğim sırada Ömer Seyfettin'in Türklük Üzerine Yazılar (Bilgi Yayınevi) kitabı vardı. Kitap Ömer Seyfettin'in hikâyeleri dışında kalan yazılarından oluşuyor. (Bu kitabı okumadıysanız bugünlerde okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.) "Vatan Yalnız Vatan" başlıklı makalesini okuyordum. Ömer Seyfettin bu yazısında Güneş adıyla çıkarılan bir mason gazetesinin bir yazısının altına Turgut adının yazar adı olarak konulmasının haince yapıldığını; Türklüğü yükseltmek isteyen bazı genç yazarların da bu isimleri kullandığını, bir mason gazetesinde bu ismin kullanılarak o gençlerin de halk tarafından mason olarak yaftalanmasının istendiğini yazmış. (sf. 16) Demek ki yüz yıl önce gazeteler gözden düşürmek istedikleri isimleri bilinçli bir şekilde kullanıyorlardı. Bugün de bu işi yerli diziler yapmaktadır. Birçoğunda olumsuz karakterlere Kürşat vb.isimler verilmektedir.
Bu dizilerin geneline baktığımızda Türk milletinin değerlerinin yozlaştırılmaya çalışıldığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Aile içi cinsel ilişkilerin de dahil olduğu bu sapıklaştırma, beynini karıştırma, değerlerinden uzaklaştırma hareketi dizilerle sürat kazanmıştır. Bundan 40 yıl önce Dallas dizisini seyrederken birgün Türkiye'de de o dizideki hadiselerin benzerinin olacağını düşünemezdik. Bugün adı "Türk" olan televizyonların "yerli" dizileri eliyle ekilen tohumlar ise emin olun çok kısa zamanda yeşerecektir.
Yüz yıl önce de Türkçülük yerine Hümanizm yerleştirmeye çalışanlar vardı; yüz yıl sonra da var. Maalesef günümüzdeki siyasal İslâmcılar, İngilizlerin tesiriyle Türklüğe karşı tavır almış durumdalarve kendi çocuklarının Hümanizm masalıyla nasıl Türklükten, İslamlıktan, insanlıktan uzaklaştıklarının farkına bile varmıyorlar. Türklük darbe alırsa, değerleri, dili, kültürü, müziği yıpratılırsa dinimizin de koruyucusunu kaybedeceğini görmüyorlar.
Saf ve temiz milletimizin sahip olduğu ruh zenginliğinin azınlık mantığıyla hazırlanan diziler ve kahramanlar eliyle kirletilmesine izin verilmektedir.
Tabi RTÜK denilen bir acayip kurum varVatandaş şikâyet edecek; RTÜK ettirmemek için elinden geleni yapıyor. Öyle karışık bir sistem ki uzman olmazsanız şikâyet edemezsiniz. Bu garabete son verilmelidir. Şikâyet edilemeyince işlem yapılmaz. İşlem yapılmayınca da yayınlar doğalmış, milletin değerleri iğfal edilmiyormuş olarak düşünülür. Öyle olunca da halk bu diziyi seyrederken kahramanları ayırdedemez hale gelir. Hainin tarafını bir taraftar gibi tutar; yakalayana küfreder. Doğru söyleyenin ne dediğini anlamaz.
RTÜK'ü göreve davet ediyorum.