17
Aralık 2013
Kemal Abi ömrünü inandığı gibi yaşayan nadir insanlardan
biriydi. Hiç karşılık beklemeden, onca yaşına rağmen habercilik yapmaya, bir
internet gazetesi çıkarmaya çalışıyordu. Haber ve yazı sıkıntısı çekiyordu. Haber
ajanslarına abone olacak gücü yoktu. Gazetesinin yazarlarına hiç para
veremiyordu, çünkü kendisi de bu işten fazla kazanamıyordu. Ama her şeye rağmen
gazete çıkmalı, fikirler söylenmeli, dertlere çare olunmalı, güzellikler
paylaşılmalıydı. Telefonda:
- Neden yazmıyorsun? diyordu.
O, her zamanki babacan üslubuyla konuşurken, ben yıllar
öncesine, ortak hatıralarımıza doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Nedense hep böyle
olur, ne zaman onunla konuşsam geçmiş gözümde canlanırdı ve bir tas çorba...
Cevabım kısa oldu:
- Abi, yazacağım, söz!
Yazmaz olur muydum, yazacaktım tabi ama... Neyi yazacaktım
ki? Bütün kelime ve kavramların, değerlerin birbirine karıştığı, kirlendiği,
kirletildiği şu dünyada anlatılacak, yazılacak, çizilecek çok şey vardı. Lakin
bunların pek azı kıymetliydi; Aşk, sevgi, dostluk, kendini düşünmeme, ömrünü
bir değere adama gibi...
Ankara’nın, Türkiye’nin Komünist ve Ülkücü gruplar arasında
paylaşıldığı yıllardı. Kimse kimsenin semtine, okuluna, sınıfına, yurduna
serbestçe giremezdi. Siyasi kimliğinizi ispatlamak zorundaydınız. Ya bir
tanıdık yahut o fikre mensubiyetini gösteren bir şeyler bilmeliydiniz. Öyle her
ülkücü, elini kolunu sallayarak evinden, kaldığı öğrenci yurdundan okuluna
kolayca gidemezdi. Okula hangi grubun ne şekilde gideceği belli idi. Mesela biz
Ülkücü Dil-Tarihliler, Numune Hastanesinin karşısındaki kahvede toplandıktan
sonra topluluk halinde gidebiliyorduk okula. Çünkü yalnız yakalandığınızda
birileri sizi “indirebilir”di. Kaldığımız Konya Yurdu okula yürüyerek on dakika
bile sürmezken önce Numune’den geçen dolmuşlara biner, sonra kahvede herkesin
toparlanmasını beklerdik. Sıhhiye, Komünistlerin elindeydi. Bazı okulların her
iki grubun girdiği yerler olmasının yanında, kelleyi koltuğa alarak gidilebilen
okullar da vardı. Gidilemeyen okullar da. Meselâ ODTÜ, Siyasal Bilgiler gibi
okullar bunlardan bazılarıydı. Komünistler Hacettepe, Siyasal, ODTÜ gibi devlet
öğrenci yurtlarında hâkim ve birçok özel yurda sahip iken, ülkücülerin elinde
resmi yurt olarak Site Yurdu (Atatürk Öğrenci Yurdu), özel yurt olarak da
Yozgat, Kütahya, Konya, Niğde, Adana, Sivas, Giresun gibi illerin kalkındırma
derneklerince yaptırılmış bazı yurtlar vardı.
Bunların bir kısmında ben de kaldım. Okula başladığım ilk
hafta, bir gece Yozgat Yurdu’nda kaldım. Kırık pencereli geniş bir koğuşta
yattım ve bir daha o yurda hiç uğramadım. Çünkü sabah kalktığımda her tarafım
tutulmuştu. Üşütmüştüm. Sonra Site Yurdu'nda yer olmadığı için Kütahya
Yurdu’nda üç beş ay kalmış, birinci yılın sonlarında yer açılınca Site Yurdu’na
geçmiş, kapanınca da Konya Yurdu’na gelmiştim.
Konyalı hayırseverlerce yaptırılmıştı yurt. Ülkücülerin
hâkimiyetindeki birkaç yurttan durumu oldukça iyi olan bir yurttu. Odaları
büyüklü küçüklüydü. Elektriği, suyu, kaloriferi vardı. Olaylara uzak bir
bölgede sayılırdı. Kütahya Yurdu gibi her gün kurşunlanmıyordu. Adana, Sivas,
Giresun Yurtları gibi ateş ortasında değildi. Gerçi arada bir, “filanca yerde
olay varmış, yardıma ihtiyaç var; koşun!” gibi haberler gelirdi ama öyle sınır
bölgelerindeki yurtlar gibi değildi. Oralarda silahlı çatışmalar, kavga
gürültü, yaralamalar, ölümler hiç eksik olmazdı.
Yurtta kantin yoktu. Karnımızı doyurmak için Niğde Yurdu’na
giderdik. Yemekler ucuz sayılırdı, tabii parası olanlar için. Doğru dürüst
paramız olmadığı için ara sıra giderdik. Tek ayrıcalığımız, kazara bir
arkadaşımıza bir yerden biraz para geldiğinde soluğu yurdun karşısındaki
pidecide almaktı. Parasız günlerimizde de yurtta peynir ekmeğe talim ederdik.
Çoğu zaman onu da bulamayan arkadaşlarımız vardı. Bunlardan birini, Taşar’ı hiç
unutmayacağım. Sabah kahvaltısı için aldığı sayılı zeytinle ekmeğini yer, öğlen
okulda –ucuz olduğu için- iki defa yemek alır, onu güzelce yer ama akşam yemeği
yemezdi, yiyemezdi. Çünkü ailesi veya başka bir yerden parası gelmezdi. Aldığı
devlet kredisi ile ancak zeytin ekmeğe parası yetiyordu.
1979 yılı Ankara’da çok soğuk, çetin bir kış yaşadık. O yıl
yurdun ihtiyaçları için yardımcı olan hamiyetperverler nedense ortalıktan
kayboldu. Kaloriferler yanmıyordu. Acil durumlarda bile banyo yapamıyor, komşu
yurtlara rica ediyor, hamam arıyorduk. Odalarda küçük elektrik ocaklarıyla ısınıyorduk.
Üzerindeki çaydanlıklarda çayımızı yemeğimizi pişiriyorduk. Her odada bu
ocaklardan yanınca, tabii olarak yurdun şebekesi buna isyan etti. Bir gece
sigorta panosu yanmış. İkinci katın tuvaletindeki musluklardan birinin de
gevşemesi aynı günü bulmuş. Tuvaletten koridora doğru akan su merdivenlere
süzülmüş ve donmuş. Gece ihtiyaç görmeye kalkan bir çocuk tuvalete yönelince
buzlanmış zemini fark edememiş, kaymaya başlamış. Elektrik kaçağı oluşmuş; bir
yandan cereyana kapılmış, bir yandan kayıyor, bir gürültüdür koptu. Kurtarmaya
koşanlar da aynı akıbete uğruyor, güç bela kurtuldular. Bu buzlanmanın iki üç
gün sürdüğünü, yurdun parası olmadığı için elektrik ve su tesisatının tamirinin
bir hafta filan yaptırılamadığını hatırlıyorum. Nispeten durumu iyi olan bir
yurttu dediğim Konya Yurdu’nun ahvali böyle idi. Gerisini siz düşünün.
Böyle bir kış gününün sabahında yatağında kaskatı kesilmiş,
donmak üzereyken bulan arkadaşlar Muhammed Ulubaş adlı o arkadaşımızı hastaneye
ucu ucuna yetiştirmişlerdi. Böyle bir
sürü hikâye hatırlıyorum ama size şu bir tas çorbanın hikâyesini anlatmak
istiyorum:
O ağır kış güç bela geçmiş, tatil yaklaşmış, yurtta kalanlar
azalmıştı. Maddi durumum oda arkadaşım Taşar’a göre iyiydi ama çoğu zaman ben
de parasız kalıyordum. Gene böyle günlerimdeydim. Ramazan yakındı. Bende beş
para yok; oda arkadaşlarım Cengiz’de, Raşit’te, İsmail’de de, kimsede para yok.
Yurda tıkılıp kaldım. Bir tarafa gidemiyorum. Yurdun kalabalık odalarından
birinde yatıyorum. Karnım aç ama tek kuruş param olmadığı için yataktan
çıkamıyorum. Arada bir kalkıp su içiyorum. Kitap okumaya elim varmıyor. Açım.
Hiçbir şey yemeyeli bir gün geçmiş. Aç insan ne yapar? Sürekli açlığını
düşünür; ben de düşünüyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Bari o anda içinde
bulunduğum fizikî ve ruhî durumu yazıya geçireyim, elime aldığım kâğıda
açlığımı ve açlık psikolojimi yazayım diye yazmaya başladım; işte şöyle oldu,
böyle oldu, karnım guruldadı, şunu yemeği düşündüm, bunu yemeği düşündüm, şunu
canım istedi gibi şeyler yazıyorum. Ümitliyim; bir yerlerden bir imdat nasıl
olsa gelir diye düşünüyorum. Açlığımın birinci günü böyle yataktan çıkmadan,
arada bir açlığımın seyrini kaleme alarak geçti. Kendimi dinliyorum.
Hissettiklerimi kaydediyorum. Zola gibi aklıma ne gelirse olduğu gibi
yazıyorum. Dostoyevski’nin açlık içindeki kahramanlarına benzetiyorum kendimi.
Yazabilmek hoşuma gidiyor. Kendi kendime ne kadar aç kalabileceğimi merak
ediyorum… Kararlıyım; sonuna kadar aç kalacak ama açlığımı yazmaya devam
edeceğim. Nasıl olsa diyorum kendime, yılda bir ay oruç tutuyoruz, oruçlu
olduğunu farz et! Zaten Ramazan da gelmiş, sabrediyorum.
Açlığımın ikinci günü Arife günü idi. Oldukça zor geçti.
Açlığı daha sık düşünüyor, daha az yazabiliyordum. Zar zor akşamı buldum.
Fikret'in "Bugün yine açız evlatlarım" şiirini hatırlayarak, ertesi
günün Ramazan olması hasebiyle sahuru beklemeden suyumu içtim ve oruca
niyetlendim. Zaten açtım. Açlığa talimliydim, su içmeden de durabilirdim. Tabii
ki orucumu da tutacaktım.
Ertesi gün -açlığımın üçüncü, Ramazan’ın birinci günü-
ortalıkta farklı bir hava var. Kimse yemek yemiyor, kahvaltı yapmıyor, çay
içmiyor. Ben yine yataktan çıkmıyorum. Uyumuyorum ama bir halsizlik, uykusuzluk
var üstümde. Sanki daha az açlık hissediyor gibiyim. Tarihe not düşmek için
başladığım açlık hikâyemi de bir türlü ilerletemiyorum! Açlıktan başka bir şey
düşünemiyorum ki. İyice yazamaz oldum ama bunu da çok büyük bir mesele olarak
görmüyorum. Açlığıma bir çözüm üretmem lazım. Beynim sadece bununla meşgul.
Ramazan’ın ilk gününü, battaniyenin altında, oruç tutmakta
zorlananların sohbetlerini; akşama ne yiyecekleri ve ne pişireceklerini
konuşanları dinlemekle geçirdim. İftar saati yaklaştıkça herkesteki uhrevî
heyecan artıyor. Oruç tutanlar iftar sofrası hazırlamaya başlamışlar. Birazdan
top atılacak! Üç gündür sadece su ile idare ettiğim için hiç telaşlanmıyorum.
İftarda kalkıp suyumu içeceğim ve yeniden yatacağım. Ama nefis öyle bir şey ki,
yan odalarda yapılan bütün yemekleri tarifliyor insana. Hazırlanmakta olan
iftar sofralarına kendimi nasıl davet ettirebileceğimi filan düşünüyorum. Aksi
gibi iftar sofrası hazırlayanların hiçbirini tanımıyorum. Başka okullardan
çocuklar. Merhabamız olsa da tanışıklık yok. Dil Tarihliler de ortalıkta
gözükmüyor. Kalkıp sersem sepeler ortalığı kolaçan ettim ama en küçük bir ümit
ışığı yok. Serde gururlu olmak var. Kimseye minnet etmemeye karar veriyorum.
Yapacak bir şey yok. Biraz sonra iftar olacak. Sudan başka bir şey olmayan
soframı hazırladım. Orucumu açacağım. Ezanın eli kulağında.
Koğuşun kapısından Behçet Kemal Abi girdi. Benim sudan
ibaret iftar soframı görmüş ve durumumu anlamış olmalı ki:
- Arslan ne yapıyorsun?
Bende söylenecek söz yok.
-...
- Kalk gidiyoruz! dedi.
Tabii nereye gittiğimizi merak ediyorum, o sıralarda yurtta
adam az, olaylar artmış, sık sık nöbete yazıyorlar. ‘Herhalde nöbete filan
gidiyoruz.’ diyorum. Ama içimde de küçücük bir ümit ışığı parlıyor. Diğer
nöbetçiler de iyi kötü bir şeyler getirir, ben de nasiplenirim, diye
düşünüyorum ve Kemal Abi’nin peşine takılıyorum. Kemal Abi beni kendi odalarına
sokuyor. Ortadaki sehpanın üstünde bir tas çorba ve pideden oluşan iftar
sofrası hazırlanmış. Birkaç kişi var. Beni sofraya buyur ediyorlar.
İçerdekilere selam veriyorum ama içimden Allah’a dua ediyorum, şükürler ediyorum.
Allah’ım benim yurt köşelerinde aç bilaç oruç tutmama razı olmamış, bir kulunu
iftar yapabilmeme vesile etmişti.
Kemal Abi’nin ev sahipliğinde üç beş arkadaşla yaptığımız o
iftar hayatımın en güzel iftarı, yediğimiz o bir tas çorba, hayatımda içtiğim
en güzel çorba oldu.