04 Mayıs
2013
Bize biçilen elbiseye göre bir vücut taşımamız istendiği
için hafızamızın da çok güçlü olması, beynimizin iyi çalışması gibi
tehlikelerin önüne geçmek amacıyla balık hafızalı bir millet olmamız isteniyor.
Hadiseleri, insanları, dostu düşmanı çabuk unutan bir hafızaya...
Darülfünun hocalarından birine sormuşlar; “Hocam biz akşam
yediğimiz yemeği unutuyoruz. Nasıl oluyor da size sorduğumuz sualin cevabının,
hangi kütüphanedeki, hangi raftaki falanca kitabın filanca sayfasında
bulursunuz diye cevap verebiliyorsunuz?” Hocanın cevabı çok mühim: “Evladım,
biz Osmanlı terbiyesiyle yetiştirildik. Bize yolda giderken sağa sola bakmayı
değil, önümüze bakmayı öğrettiler.”
Nasıl olup da böyle balık hafızalı olduğumuzu düşünürken bu
hatıra aklıma geldi ve aradığım cevabı bulduğumu hissettim: Beynimiz bir şehir
çöplüğü gibi ve biz içinde aradığımızı bulamıyoruz. Bir memurun masasındaki çöp
kutusu olsa, çöplerin içinden yanlışlıkla oraya atılmış bir belgeyi, bilgiyi
kolayca bulursunuz. Ama aradığımızı bulmak istediğimiz beynimiz o kadar büyük
bir çöplük ki, içinde bir şeyler ararken ne aradığımızı da unutuyoruz.
Beynimize çok fazla bilgi; görüntü, ses, ışık, renk vesaire
ile dolduruyor ve beynimizin bir noktaya; meselelere ve çözüm yollarını bulmaya
odaklanmasını önlüyorlar. Bunu kim mi yapıyor? Evet, biz bize ne verilirse onu
almaya meyilliyiz; bir sürü gereksiz malumata hamallık yapıyoruz. Doğru, lakin
bize bunları sunan, bizi boş şeylerle uğraştıran, boş insanların saçma sapan
ilgilerini, iğrenç ilişkilerini önümüze süren, fındıkkabuğunu bile doldurmayan
konularla bizi meşgul edenlerin hiç mi suçu yok?
Yakın zaman öncesini hatırlayınız: İçte ve dışta meydana
gelen gelişmeleri takip edip, gelecek hakkında birtakım fikirler yürütür,
olması muhtemel hadiseler hakkında beyin idmanı yapardık. Hoş bu gibi
çalışmalara da “Komplo Teorisi üretme” kulpu takıp aşağıladılar, küçümsediler
ve beynimizi çalıştıran bu gibi zihin faaliyetlerini askıya aldırmayı
başardılar sonunda. Artık koyunlar gibiyiz. Başımızdaki nereye giderse biz de
onun peşinden, düşünmeden gidiyoruz. Artık Allah ne verirse. Yardan atlasa,
atladığını görsek, bunun bizi ölüme götüreceğini bilsek, yine de arkasından
gideceğiz. Nitekim gidiyoruz da.
Beynimizi gıdasız bıraktılar. Sağlıklı beslenme, düzgün
yaşama, öğrenme, okuma, sohbetlerle geliştirme, fikrini rahatça ifade etme gibi
imkânlardan mahrumuz. Önce bizi maişetle, karın tokluğuyla uğraştırıyorlardı.
Fakir adamın yediği nedir ki? Beynine doğru dürüst bir güç gitmez. Fakir
okuyamaz, gezemez, göremez. Kitap, dergi, gazete alacak parası yoktur,
vesaire... Sonra bizi bu duruma alıştırdılar ama arpamızı da biraz arttırdılar.
Bol bol borç verdiler, harcamamız için. Yöneticilerimiz-tüyü bitmemiş
yetimlerin haklarından yedikleri zehir zıkkım olsun- hem milletin dişinden
tırnağından arttırdığı paraları, hem de önümüze yensin diye sunulan yabancı
paraları bir güzel yediler. Fakirlikten kurtulmayı, bize gösterilen yanlış
örnekler gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme, gezebilme, yiyebilme, içebilme,
arabalara binme, evlerde oturma olarak algıladık. Böylece millet olarak eskiye
göre biraz daha maddi durumumuz iyi olmasına rağmen biz beynimizi
çalıştırmamaya devam ettik. Hâlbuki gerçek zenginlik töreyi koruyarak bilgiye
sahip olmaktan ibaretti.
Sıradan Türkler olarak biz, beynimize, kendimize ait ne
verebilirdik ki? Türk Medeniyeti’ni öğreten okullarımız, dershanelerimiz,
yayınevlerimiz, kitaplarımız, gazetelerimiz, radyolarımız, televizyonlarımız,
sinemalarımız, filmlerimiz, tiyatrolarımız, sanatçılarımız, konser binalarımız,
edebiyatçılarımız, müzisyenlerimiz ve sairimiz olmadı, olamadı. Paramız yoktu.
Bu işlere ayırdıkları parayı, yabancı medeniyetlerin bizi kuşatmak istediği
ürünlere verdiler. Türk kültürünü garip bıraktılar. Çocuklarımızı, kendimizin
yetiştirmesine bırakmadılar. Doğru dürüst bir çocuk dergimiz bile olamadı. Bu
şartlarda yabancı kültürler öyle şiddetli ve sistemli saldırdılar ki akıllara
ziyandır: Biz atalarımızdan sözlü aktarma geleneği ile bize kadar gelebilen bir
bilgi kırıntısını çocuklarımıza aktarmaya çalışırken, onlar milyon tane
bilgiyi, belirttiğim çok çeşitli vasıtalarıyla, adeta kazıdılar. Ve böylece bir
nesil yetişti ki sormayın:
Kendisini tanımaz; çünkü tarihini, dinini, medeniyetini,
sanatını, mimarisini, edebiyatını... Bilmez. Milletini bilmeyen, atalarını tanımayan
kendisini nasıl tanıyabilir?
Bencil ve saygısız; çünkü kendisine saygısı yok, millet
kavramını ona kimse anlatmamış, Türk Milleti’nin dünyanın en büyük mirasını
oluşturan ama bu zenginlikten habersiz olduğunu görmemiş. Böyle bir milletin
ferdi olmakla övünememiş, şahsiyet bulamamış. Kendi milletinden çok başkalarını
görmüş, duymuş, dinlemiş, hayran olmuş ve bu yüzden aşağılık duygusu içinde.
Kendisini rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak gibi koyuvermiş; kendisini
tanımıyor, kendisinden utanç duyuyor, kendisini dinlemiyor; Türk müziği
dinlemiyor, kulağında başkalarının türküsü var. Kendi filmini seyretmiyor,
zaten kendisini anlatan bir film de çevrilmiyor, vs. vs...
İşte bu nesil, emperyalistlerin, sömürgecilerin tam da
yetiştirmek istedikleri bir nesildir: Sömürgeciler diyor ki: “Kendinden
habersiz olsun, köksüz olsun, milletini sevmesin, dinini tanımasın, bencil
olsun. Ufak tefek yaraları olsun ki istediğimiz zaman kanatabilelim.. Bize
hayranlık duysun, bizsiz hiçbir şey yapamayacağını düşünsün. Biz böyle bir
nesli istediğimiz gibi böler, parçalar, yutarız. Kendinden, milletinden uzak
olsu da kafası ne kadar karışık olursa olsun, hiç önemli değil. Zaten kafasının
çalışması da gerekmiyor. Kafası çalışanlarının en iyilerini uygulattığımız
eğitim sistemiyle seçip, alıp götürüyoruz. İşimize yarayanları elimizde tutar,
kendimize hizmet ettiririz. Yaramayanları da onları yönetmek için ülkelerine
göndeririz, bizim adımıza onları yönetirler. Biz onları yönetiriz. Besleriz,
semizletir, güzelce sağarız. Etini sütünü, sakatatını, tüyünü, tırnağını...
sonuna kadar değerlendiririz. Fazla sağlıklı olmaları gerekmiyor; sigara,
alkol, uyuşturucu, kumar bizim silahlarımızdır. Yaşadığı topraklarda ne kadar
yerüstü, yer altı zenginliği varsa biz el koyarız. Gelir getiren şirketlerini,
bankalarını satın alırız. Olmadı, batırırız. Madenlerine el koyarız. Petrolünü
akıtırız, akıtamazsak betonlarız. Olmadı mı onları birbiriyle kapıştırıp silah
sanayimizi güçlendiririz. Hiçbir şey yapamasak, filmimizi, müziğimizi, markalarımızı,
‘dilimizi’ satar, yine biz güçlü kalmaya, dünya üzerinde istediğimiz yerde,
istediğimiz yöneticiyi satın alıp istediklerimizi yaptırmaya devam ederiz.
Ekonomik dalgalanmalarla üç beş yılda biriktirdikleri paralara el koyarız.
İstediğimiz zaman terör örgütlerini onların başına musallat ederiz.Narkotik
şebekelerini, ilaç ağlarını elimizde tuttuğumuz sürece, gıdalarında
oynayabildiğimiz, hastalıklarını arttırabildiğimiz, nesillerini kendi
nüfusumuza geçirebildiğimiz, geçiremediklerimizi mankurtlaştırdığımız oranda
bizim gemimiz yürür arkadaş!” Böyle diyorlar sömürgeciler ve emin olun halimize
bakıp Yeşilçam filmlerindeki ayılar gibi def çalıp, göbek atıyorlar.
Peki, bu arada Türk Milleti ne yapıyor? Beynine gece gündüz
doldurulan lüzumsuz bilgileri ayıklayıp asıl meseleye odaklanabiliyor mu? Durum
tespiti yapıp, olmakta ve olabilecek olanlar üzerine fikir yürütebiliyor mu?
Görünen o ki sadece küfredebiliyor.
“Türkiye bölünecek!” diyenler var.
“Bölünmeyecek, iyi olacak!” diyenler var.
“Bölünecek” diyenler,
bölünmenin hangi esaslara dayanarak gerçekleştirileceğini, hangi aşamaları
geçip bu noktaya gelindiğini takip edebildiler mi? Kimler tarafından, nasıl
gerçekleşeceğini tahmin edebiliyorlar mı? Peki bu meselenin hal yolu nedir?
“Bölünmeyecek” diyenler, bir yandan buna kendileri de
inanmaz, ABD, AB ve Apo itinin borazanlığını yaptıklarını bilmiyorlar mı?
Biliyorlarsa “Yahu bizim milletimizin bundan ne menfaati var?” diye sormuyorlar
mı? Sömürgecilerin arzularını yerine getirdiklerini görmüyorlar mı? Eğer
kanları bozuk değilse bu yaptıklarının açıklaması nedir? Neden ağızlarında
gevelediklerini millete anlatamıyorlar?
Öte yandan, hem bölücülerin, hem de bölünmeye karşı
olanların, neden millete mal olabilen sağlıklı açıklamaları yok? Süreç diye bir
zırva tutturmuş olan iktidar ve ona koşulan yerli yabancı şebekeler kamuoyunu
gereksiz yere oyalıyorlar. Yok ayran, yok çayran. Nedir bu kepazelik? Bunu
yapanların koca koca adamlar olması sizi de iğrendirmiyor mu? Bu şer ittifakına
karşı durmak isteyenler neden ne yapacaklarını hâlâ bilemez durumdalar?
Memlekette adam mı yok? Bence asıl mesele yukardan beri bahsettiğim ‘beynimizin
çöplüğe çevrilmesi’ meselesidir.
Hasılı kelam, zihnimizi çalıştırmalı, dikkatimizi en önemli
meseleye verip bunun çözüm yollarına odaklanmalıyız. Hem ayağındaki futbol topu
ile koşup, hem de seyircilerdin arasındaki en güzel kızı takip edeceksin, böyle
şey olmaz. Milletini sevenler, bilgi, ses, görüntü, gürültü..ileti bombardımanı
altında olduklarını bilip sığınaklara koşmalıdır. Sığınaklar bellidir.
İlgilerini tekleştirip mevcut duruma odaklansınlar. Çözüm düşünsünler.
Birleşsinler. Teoriler kurup, stratejiler üretip mevcut komploları boşa
çıkarsınlar. Tarihin en büyük dönemecinde ırmaklar geçilirken at arayıp, binici
değiştirmeye kalkmasınlar. Yapabiliyorlarsa biniciye yol göstersinler. Yoksa bu
sel, atı da biniciyi de sağlam durmazsa yutacak gibi görünüyor..
Yalnız çok ciddi bir tehlike var: Samimi olarak çözüm
üretmek maksadıyla üretilen komplo teorilerinin de elde edilip, üretenlere
karşı kullanılması da söz konusudur. Onun için, “...yakında bunlar şunu da
yapar!” şeklinde teoriler üretmesinler. Zira samimiyetle ve safça söyledikleri şeyleri
de gerçekleştiriveriyor bu Türk ve İslâm düşmanları, Son Haçlı Seferi
askerleri, vatan hainleri, onun bunun çocukları...
Sözüm size, bize, hepimize...