19 Aralık 2013 Perşembe

Kilit: MHP

       19 Aralık 2013               


Türkiye Cumhuriyeti en büyük yolsuzluk soruşturması ile karşı karşıya.

İddialara göre soruşturmanın maddi boyutu 100 milyar Euro.

Birbiriyle alakasız üç yolsuzluk soruşturması için aynı anda düğmeye basılmış.

Yine iddialara göre bu yolsuzluk soruşturması başlatıldığında Çemaat - Hükümet çatışması, Dershane meselesi gündemde yokmuş. İran’ın ambargolardan kurtulmak için, sattığı petrol için alacağı paraları altın olarak Türkiye ve Halk Bankası üzerinden alması söz konusu olunca bu işten ABD ve İsrail’in rahatsızlık duyduğu ve küçük ameliyatlarla işi baltalamaya çalıştığı söyleniyor. Bu baltalama işini cemaat üzerinden yaptığı iddia ediliyor.
Cemaat bu konudaki taşeronluğunu, seks kasetlerini gündeme getirerek yerine getiremeyince devreye halkın rahatsızlık duyacağı bir yönden ameliyat yaparak gerçekleştiriyormuş.

Taraflar kılıçlarını çekmiş vaziyetteler. Durum, işin içinde hukuk olduğu için, akan sular durduğundan 1-0 cemaat lehine gibi gözükmektedir. Hükümet paniğe kapılıp, bakan çocuklarıyla ilgili soruşturmayı kendilerine haber vermeden yapan emniyet müdürlerini görevden alarak, savcılarla ilgili düzenleme yaparak karşı saldırıda bulunmuştur. Ama bu pek de durumu 1-1 yapacak çapta bir ameliyat olamamıştır. Ergenekon sırasında soruşturmaya rağmen peşinen suçlu ilanları yapan haber merkezleri belki hükümete bir fikir verir.

Burada Hükümetin durumu “Besle kargayı oysun gözünü” vaziyetleridir. Cemaat mensuplarını en önemli görevlere getirir, kadrolaşmasına göz yumarsan sonun böyle olur. Diğer yandan öyle atamalar yapmıştır ki kendisini savunamayacak durumlara düşme tehlikesi vardır: Mesela TRT Haber Dairesi’ne getirilen Ahmet Böken orada iken, devletin hiçbir televizyon kanalı, haber bülteninde hükümeti aklayacak ve cemaatin bu suçlamalardaki rolünü gösterecek hiçbir haber yayınlamaz; yayınlatamazsınız. Zira orada Hakan Şükür gibi ‘istifa et’ diye emir verildiğinde istifa edecek koskoca bir Haber Dairesi yapılanması söz konusudur. Şu anda TRT Haber Dairesi “Tamamen” Fethullahçıların elindedir.

Kim ne derse desin, bu bir kapışmadır. İçeride Cemaat-Hükümet kapışması gibi görülen bu kapışmanın arkasında ABD, İngiltere, İsrail vardır. Türkiye’de yeni bir siyasi oluşum gerçekleştirilmek istenmektedir.

Bu yeni oluşum AKP’den ayrılacak Hakan Şükür gibi Fethullahçı milletvekilleri ile millicilerden temizlenecek olan CHP ile meydana getirilecektir.

Hükümet, cemaatin üstüne gitmeye vakit bulabilirse çok iyi. Ancak kasetler hemen devreye girerse ameliyat sanıldığından daha hızlı bitebilir. Bu bakımdan Hükümetin Cemaate karşı yapacağı hamlelerin görülmesinde fayda vardır. Öte yandan cemaat de kendisine bulaşacağını (Senin ananı kerhanede gördüm durumları) bildiğinden seks kasetlerini devreye sokamadığı için kıvranmaktadır. Ancak şimdi bir şekilde, onlar da servis edilebilir.

Çünkü bu ameliyat Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin en büyük ameliyatıdır. İngiliz, ABD, İsrail üçlüsünün şimdiye kadar yürüttüğü en büyük ameliyat... Öncekilerden farkı bu ameliyatın kimler tarafından yürütüldüğünün fark edilmiş olmasıdır. Türk Milleti bu işin arkasında kimlerin olduğunu görmüştür.

Bu ameliyat Türk Devlet yapısındaki bütün kirlilikleri günışığına çıkarabilir. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgesel güç değil, küresel güç olmasıyla sonuçlanacaktır.

Bir şartla:

MHP, bu konuda hassas, ağırbaşlı, akıllıca hareket ederse...

Bugüne kadar cemaatin tehditlerine boyun eğmemiş, yolsuzluğa bulaşmamış bir parti olarak kendi dışında gelişen olaylara doğru yaklaşırsa milletin güvenini kazanır.

Burada bütün partililerin, bütün ülkücülerin yuvaya çağrılmasının, kimsenin küstürülmemesinin, davaya hizmet eden herkesle müşavere edilmesinin önemi büyüktür.
Ancak bu sayede, iktidar yolu açılır.

MHP’nin iktidara en yakın parti olduğunu söylemek lazım. Ama bu sözün altının doldurulması gerekiyor. Belki bugün başka partilerde aday olan kişiler de mevcut durumu iyi değerlendirir ve yuvaya dönme ihtiyacı hisseder. Kim bilir?

MHP kilit partidir. Kilidin anahtarı ülkücülerdir. Elimiz bunun kıymetini bilmeyenlerin yakasında olacaktır.


Sözüm size, bize, hepimize...

17 Aralık 2013 Salı

Bir Tas Çorba

    17 Aralık 2013                

Kemal Abi ömrünü inandığı gibi yaşayan nadir insanlardan biriydi. Hiç karşılık beklemeden, onca yaşına rağmen habercilik yapmaya, bir internet gazetesi çıkarmaya çalışıyordu. Haber ve yazı sıkıntısı çekiyordu. Haber ajanslarına abone olacak gücü yoktu. Gazetesinin yazarlarına hiç para veremiyordu, çünkü kendisi de bu işten fazla kazanamıyordu. Ama her şeye rağmen gazete çıkmalı, fikirler söylenmeli, dertlere çare olunmalı, güzellikler paylaşılmalıydı. Telefonda:

- Neden yazmıyorsun? diyordu.

O, her zamanki babacan üslubuyla konuşurken, ben yıllar öncesine, ortak hatıralarımıza doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Nedense hep böyle olur, ne zaman onunla konuşsam geçmiş gözümde canlanırdı ve bir tas çorba...

Cevabım kısa oldu:

- Abi, yazacağım, söz!

Yazmaz olur muydum, yazacaktım tabi ama... Neyi yazacaktım ki? Bütün kelime ve kavramların, değerlerin birbirine karıştığı, kirlendiği, kirletildiği şu dünyada anlatılacak, yazılacak, çizilecek çok şey vardı. Lakin bunların pek azı kıymetliydi; Aşk, sevgi, dostluk, kendini düşünmeme, ömrünü bir değere adama gibi...

Ankara’nın, Türkiye’nin Komünist ve Ülkücü gruplar arasında paylaşıldığı yıllardı. Kimse kimsenin semtine, okuluna, sınıfına, yurduna serbestçe giremezdi. Siyasi kimliğinizi ispatlamak zorundaydınız. Ya bir tanıdık yahut o fikre mensubiyetini gösteren bir şeyler bilmeliydiniz. Öyle her ülkücü, elini kolunu sallayarak evinden, kaldığı öğrenci yurdundan okuluna kolayca gidemezdi. Okula hangi grubun ne şekilde gideceği belli idi. Mesela biz Ülkücü Dil-Tarihliler, Numune Hastanesinin karşısındaki kahvede toplandıktan sonra topluluk halinde gidebiliyorduk okula. Çünkü yalnız yakalandığınızda birileri sizi “indirebilir”di. Kaldığımız Konya Yurdu okula yürüyerek on dakika bile sürmezken önce Numune’den geçen dolmuşlara biner, sonra kahvede herkesin toparlanmasını beklerdik. Sıhhiye, Komünistlerin elindeydi. Bazı okulların her iki grubun girdiği yerler olmasının yanında, kelleyi koltuğa alarak gidilebilen okullar da vardı. Gidilemeyen okullar da. Meselâ ODTÜ, Siyasal Bilgiler gibi okullar bunlardan bazılarıydı. Komünistler Hacettepe, Siyasal, ODTÜ gibi devlet öğrenci yurtlarında hâkim ve birçok özel yurda sahip iken, ülkücülerin elinde resmi yurt olarak Site Yurdu (Atatürk Öğrenci Yurdu), özel yurt olarak da Yozgat, Kütahya, Konya, Niğde, Adana, Sivas, Giresun gibi illerin kalkındırma derneklerince yaptırılmış bazı yurtlar vardı.

Bunların bir kısmında ben de kaldım. Okula başladığım ilk hafta, bir gece Yozgat Yurdu’nda kaldım. Kırık pencereli geniş bir koğuşta yattım ve bir daha o yurda hiç uğramadım. Çünkü sabah kalktığımda her tarafım tutulmuştu. Üşütmüştüm. Sonra Site Yurdu'nda yer olmadığı için Kütahya Yurdu’nda üç beş ay kalmış, birinci yılın sonlarında yer açılınca Site Yurdu’na geçmiş, kapanınca da Konya Yurdu’na gelmiştim.

Konyalı hayırseverlerce yaptırılmıştı yurt. Ülkücülerin hâkimiyetindeki birkaç yurttan durumu oldukça iyi olan bir yurttu. Odaları büyüklü küçüklüydü. Elektriği, suyu, kaloriferi vardı. Olaylara uzak bir bölgede sayılırdı. Kütahya Yurdu gibi her gün kurşunlanmıyordu. Adana, Sivas, Giresun Yurtları gibi ateş ortasında değildi. Gerçi arada bir, “filanca yerde olay varmış, yardıma ihtiyaç var; koşun!” gibi haberler gelirdi ama öyle sınır bölgelerindeki yurtlar gibi değildi. Oralarda silahlı çatışmalar, kavga gürültü, yaralamalar, ölümler hiç eksik olmazdı.

Yurtta kantin yoktu. Karnımızı doyurmak için Niğde Yurdu’na giderdik. Yemekler ucuz sayılırdı, tabii parası olanlar için. Doğru dürüst paramız olmadığı için ara sıra giderdik. Tek ayrıcalığımız, kazara bir arkadaşımıza bir yerden biraz para geldiğinde soluğu yurdun karşısındaki pidecide almaktı. Parasız günlerimizde de yurtta peynir ekmeğe talim ederdik. Çoğu zaman onu da bulamayan arkadaşlarımız vardı. Bunlardan birini, Taşar’ı hiç unutmayacağım. Sabah kahvaltısı için aldığı sayılı zeytinle ekmeğini yer, öğlen okulda –ucuz olduğu için- iki defa yemek alır, onu güzelce yer ama akşam yemeği yemezdi, yiyemezdi. Çünkü ailesi veya başka bir yerden parası gelmezdi. Aldığı devlet kredisi ile ancak zeytin ekmeğe parası yetiyordu.

1979 yılı Ankara’da çok soğuk, çetin bir kış yaşadık. O yıl yurdun ihtiyaçları için yardımcı olan hamiyetperverler nedense ortalıktan kayboldu. Kaloriferler yanmıyordu. Acil durumlarda bile banyo yapamıyor, komşu yurtlara rica ediyor, hamam arıyorduk. Odalarda küçük elektrik ocaklarıyla ısınıyorduk. Üzerindeki çaydanlıklarda çayımızı yemeğimizi pişiriyorduk. Her odada bu ocaklardan yanınca, tabii olarak yurdun şebekesi buna isyan etti. Bir gece sigorta panosu yanmış. İkinci katın tuvaletindeki musluklardan birinin de gevşemesi aynı günü bulmuş. Tuvaletten koridora doğru akan su merdivenlere süzülmüş ve donmuş. Gece ihtiyaç görmeye kalkan bir çocuk tuvalete yönelince buzlanmış zemini fark edememiş, kaymaya başlamış. Elektrik kaçağı oluşmuş; bir yandan cereyana kapılmış, bir yandan kayıyor, bir gürültüdür koptu. Kurtarmaya koşanlar da aynı akıbete uğruyor, güç bela kurtuldular. Bu buzlanmanın iki üç gün sürdüğünü, yurdun parası olmadığı için elektrik ve su tesisatının tamirinin bir hafta filan yaptırılamadığını hatırlıyorum. Nispeten durumu iyi olan bir yurttu dediğim Konya Yurdu’nun ahvali böyle idi. Gerisini siz düşünün.

Böyle bir kış gününün sabahında yatağında kaskatı kesilmiş, donmak üzereyken bulan arkadaşlar Muhammed Ulubaş adlı o arkadaşımızı hastaneye ucu ucuna yetiştirmişlerdi.  Böyle bir sürü hikâye hatırlıyorum ama size şu bir tas çorbanın hikâyesini anlatmak istiyorum:

O ağır kış güç bela geçmiş, tatil yaklaşmış, yurtta kalanlar azalmıştı. Maddi durumum oda arkadaşım Taşar’a göre iyiydi ama çoğu zaman ben de parasız kalıyordum. Gene böyle günlerimdeydim. Ramazan yakındı. Bende beş para yok; oda arkadaşlarım Cengiz’de, Raşit’te, İsmail’de de, kimsede para yok. Yurda tıkılıp kaldım. Bir tarafa gidemiyorum. Yurdun kalabalık odalarından birinde yatıyorum. Karnım aç ama tek kuruş param olmadığı için yataktan çıkamıyorum. Arada bir kalkıp su içiyorum. Kitap okumaya elim varmıyor. Açım. Hiçbir şey yemeyeli bir gün geçmiş. Aç insan ne yapar? Sürekli açlığını düşünür; ben de düşünüyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Bari o anda içinde bulunduğum fizikî ve ruhî durumu yazıya geçireyim, elime aldığım kâğıda açlığımı ve açlık psikolojimi yazayım diye yazmaya başladım; işte şöyle oldu, böyle oldu, karnım guruldadı, şunu yemeği düşündüm, bunu yemeği düşündüm, şunu canım istedi gibi şeyler yazıyorum. Ümitliyim; bir yerlerden bir imdat nasıl olsa gelir diye düşünüyorum. Açlığımın birinci günü böyle yataktan çıkmadan, arada bir açlığımın seyrini kaleme alarak geçti. Kendimi dinliyorum. Hissettiklerimi kaydediyorum. Zola gibi aklıma ne gelirse olduğu gibi yazıyorum. Dostoyevski’nin açlık içindeki kahramanlarına benzetiyorum kendimi. Yazabilmek hoşuma gidiyor. Kendi kendime ne kadar aç kalabileceğimi merak ediyorum… Kararlıyım; sonuna kadar aç kalacak ama açlığımı yazmaya devam edeceğim. Nasıl olsa diyorum kendime, yılda bir ay oruç tutuyoruz, oruçlu olduğunu farz et! Zaten Ramazan da gelmiş, sabrediyorum.

Açlığımın ikinci günü Arife günü idi. Oldukça zor geçti. Açlığı daha sık düşünüyor, daha az yazabiliyordum. Zar zor akşamı buldum. Fikret'in "Bugün yine açız evlatlarım" şiirini hatırlayarak, ertesi günün Ramazan olması hasebiyle sahuru beklemeden suyumu içtim ve oruca niyetlendim. Zaten açtım. Açlığa talimliydim, su içmeden de durabilirdim. Tabii ki orucumu da tutacaktım.

Ertesi gün -açlığımın üçüncü, Ramazan’ın birinci günü- ortalıkta farklı bir hava var. Kimse yemek yemiyor, kahvaltı yapmıyor, çay içmiyor. Ben yine yataktan çıkmıyorum. Uyumuyorum ama bir halsizlik, uykusuzluk var üstümde. Sanki daha az açlık hissediyor gibiyim. Tarihe not düşmek için başladığım açlık hikâyemi de bir türlü ilerletemiyorum! Açlıktan başka bir şey düşünemiyorum ki. İyice yazamaz oldum ama bunu da çok büyük bir mesele olarak görmüyorum. Açlığıma bir çözüm üretmem lazım. Beynim sadece bununla meşgul.
Ramazan’ın ilk gününü, battaniyenin altında, oruç tutmakta zorlananların sohbetlerini; akşama ne yiyecekleri ve ne pişireceklerini konuşanları dinlemekle geçirdim. İftar saati yaklaştıkça herkesteki uhrevî heyecan artıyor. Oruç tutanlar iftar sofrası hazırlamaya başlamışlar. Birazdan top atılacak! Üç gündür sadece su ile idare ettiğim için hiç telaşlanmıyorum. İftarda kalkıp suyumu içeceğim ve yeniden yatacağım. Ama nefis öyle bir şey ki, yan odalarda yapılan bütün yemekleri tarifliyor insana. Hazırlanmakta olan iftar sofralarına kendimi nasıl davet ettirebileceğimi filan düşünüyorum. Aksi gibi iftar sofrası hazırlayanların hiçbirini tanımıyorum. Başka okullardan çocuklar. Merhabamız olsa da tanışıklık yok. Dil Tarihliler de ortalıkta gözükmüyor. Kalkıp sersem sepeler ortalığı kolaçan ettim ama en küçük bir ümit ışığı yok. Serde gururlu olmak var. Kimseye minnet etmemeye karar veriyorum. Yapacak bir şey yok. Biraz sonra iftar olacak. Sudan başka bir şey olmayan soframı hazırladım. Orucumu açacağım. Ezanın eli kulağında.

Koğuşun kapısından Behçet Kemal Abi girdi. Benim sudan ibaret iftar soframı görmüş ve durumumu anlamış olmalı ki:

- Arslan ne yapıyorsun?
Bende söylenecek söz yok.
-...

- Kalk gidiyoruz! dedi.

Tabii nereye gittiğimizi merak ediyorum, o sıralarda yurtta adam az, olaylar artmış, sık sık nöbete yazıyorlar. ‘Herhalde nöbete filan gidiyoruz.’ diyorum. Ama içimde de küçücük bir ümit ışığı parlıyor. Diğer nöbetçiler de iyi kötü bir şeyler getirir, ben de nasiplenirim, diye düşünüyorum ve Kemal Abi’nin peşine takılıyorum. Kemal Abi beni kendi odalarına sokuyor. Ortadaki sehpanın üstünde bir tas çorba ve pideden oluşan iftar sofrası hazırlanmış. Birkaç kişi var. Beni sofraya buyur ediyorlar. İçerdekilere selam veriyorum ama içimden Allah’a dua ediyorum, şükürler ediyorum. Allah’ım benim yurt köşelerinde aç bilaç oruç tutmama razı olmamış, bir kulunu iftar yapabilmeme vesile etmişti.


Kemal Abi’nin ev sahipliğinde üç beş arkadaşla yaptığımız o iftar hayatımın en güzel iftarı, yediğimiz o bir tas çorba, hayatımda içtiğim en güzel çorba oldu.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Komplo Teorisi

 04 Mayıs 2013               

Bize biçilen elbiseye göre bir vücut taşımamız istendiği için hafızamızın da çok güçlü olması, beynimizin iyi çalışması gibi tehlikelerin önüne geçmek amacıyla balık hafızalı bir millet olmamız isteniyor. Hadiseleri, insanları, dostu düşmanı çabuk unutan bir hafızaya...

Darülfünun hocalarından birine sormuşlar; “Hocam biz akşam yediğimiz yemeği unutuyoruz. Nasıl oluyor da size sorduğumuz sualin cevabının, hangi kütüphanedeki, hangi raftaki falanca kitabın filanca sayfasında bulursunuz diye cevap verebiliyorsunuz?” Hocanın cevabı çok mühim: “Evladım, biz Osmanlı terbiyesiyle yetiştirildik. Bize yolda giderken sağa sola bakmayı değil, önümüze bakmayı öğrettiler.”

Nasıl olup da böyle balık hafızalı olduğumuzu düşünürken bu hatıra aklıma geldi ve aradığım cevabı bulduğumu hissettim: Beynimiz bir şehir çöplüğü gibi ve biz içinde aradığımızı bulamıyoruz. Bir memurun masasındaki çöp kutusu olsa, çöplerin içinden yanlışlıkla oraya atılmış bir belgeyi, bilgiyi kolayca bulursunuz. Ama aradığımızı bulmak istediğimiz beynimiz o kadar büyük bir çöplük ki, içinde bir şeyler ararken ne aradığımızı da unutuyoruz.

Beynimize çok fazla bilgi; görüntü, ses, ışık, renk vesaire ile dolduruyor ve beynimizin bir noktaya; meselelere ve çözüm yollarını bulmaya odaklanmasını önlüyorlar. Bunu kim mi yapıyor? Evet, biz bize ne verilirse onu almaya meyilliyiz; bir sürü gereksiz malumata hamallık yapıyoruz. Doğru, lakin bize bunları sunan, bizi boş şeylerle uğraştıran, boş insanların saçma sapan ilgilerini, iğrenç ilişkilerini önümüze süren, fındıkkabuğunu bile doldurmayan konularla bizi meşgul edenlerin hiç mi suçu yok?

Yakın zaman öncesini hatırlayınız: İçte ve dışta meydana gelen gelişmeleri takip edip, gelecek hakkında birtakım fikirler yürütür, olması muhtemel hadiseler hakkında beyin idmanı yapardık. Hoş bu gibi çalışmalara da “Komplo Teorisi üretme” kulpu takıp aşağıladılar, küçümsediler ve beynimizi çalıştıran bu gibi zihin faaliyetlerini askıya aldırmayı başardılar sonunda. Artık koyunlar gibiyiz. Başımızdaki nereye giderse biz de onun peşinden, düşünmeden gidiyoruz. Artık Allah ne verirse. Yardan atlasa, atladığını görsek, bunun bizi ölüme götüreceğini bilsek, yine de arkasından gideceğiz. Nitekim gidiyoruz da.

Beynimizi gıdasız bıraktılar. Sağlıklı beslenme, düzgün yaşama, öğrenme, okuma, sohbetlerle geliştirme, fikrini rahatça ifade etme gibi imkânlardan mahrumuz. Önce bizi maişetle, karın tokluğuyla uğraştırıyorlardı. Fakir adamın yediği nedir ki? Beynine doğru dürüst bir güç gitmez. Fakir okuyamaz, gezemez, göremez. Kitap, dergi, gazete alacak parası yoktur, vesaire... Sonra bizi bu duruma alıştırdılar ama arpamızı da biraz arttırdılar. Bol bol borç verdiler, harcamamız için. Yöneticilerimiz-tüyü bitmemiş yetimlerin haklarından yedikleri zehir zıkkım olsun- hem milletin dişinden tırnağından arttırdığı paraları, hem de önümüze yensin diye sunulan yabancı paraları bir güzel yediler. Fakirlikten kurtulmayı, bize gösterilen yanlış örnekler gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme, gezebilme, yiyebilme, içebilme, arabalara binme, evlerde oturma olarak algıladık. Böylece millet olarak eskiye göre biraz daha maddi durumumuz iyi olmasına rağmen biz beynimizi çalıştırmamaya devam ettik. Hâlbuki gerçek zenginlik töreyi koruyarak bilgiye sahip olmaktan ibaretti.

Sıradan Türkler olarak biz, beynimize, kendimize ait ne verebilirdik ki? Türk Medeniyeti’ni öğreten okullarımız, dershanelerimiz, yayınevlerimiz, kitaplarımız, gazetelerimiz, radyolarımız, televizyonlarımız, sinemalarımız, filmlerimiz, tiyatrolarımız, sanatçılarımız, konser binalarımız, edebiyatçılarımız, müzisyenlerimiz ve sairimiz olmadı, olamadı. Paramız yoktu. Bu işlere ayırdıkları parayı, yabancı medeniyetlerin bizi kuşatmak istediği ürünlere verdiler. Türk kültürünü garip bıraktılar. Çocuklarımızı, kendimizin yetiştirmesine bırakmadılar. Doğru dürüst bir çocuk dergimiz bile olamadı. Bu şartlarda yabancı kültürler öyle şiddetli ve sistemli saldırdılar ki akıllara ziyandır: Biz atalarımızdan sözlü aktarma geleneği ile bize kadar gelebilen bir bilgi kırıntısını çocuklarımıza aktarmaya çalışırken, onlar milyon tane bilgiyi, belirttiğim çok çeşitli vasıtalarıyla, adeta kazıdılar. Ve böylece bir nesil yetişti ki sormayın:

Kendisini tanımaz; çünkü tarihini, dinini, medeniyetini, sanatını, mimarisini, edebiyatını... Bilmez. Milletini bilmeyen, atalarını tanımayan kendisini nasıl tanıyabilir?
 
Bencil ve saygısız; çünkü kendisine saygısı yok, millet kavramını ona kimse anlatmamış, Türk Milleti’nin dünyanın en büyük mirasını oluşturan ama bu zenginlikten habersiz olduğunu görmemiş. Böyle bir milletin ferdi olmakla övünememiş, şahsiyet bulamamış. Kendi milletinden çok başkalarını görmüş, duymuş, dinlemiş, hayran olmuş ve bu yüzden aşağılık duygusu içinde. Kendisini rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak gibi koyuvermiş; kendisini tanımıyor, kendisinden utanç duyuyor, kendisini dinlemiyor; Türk müziği dinlemiyor, kulağında başkalarının türküsü var. Kendi filmini seyretmiyor, zaten kendisini anlatan bir film de çevrilmiyor, vs. vs...

İşte bu nesil, emperyalistlerin, sömürgecilerin tam da yetiştirmek istedikleri bir nesildir: Sömürgeciler diyor ki: “Kendinden habersiz olsun, köksüz olsun, milletini sevmesin, dinini tanımasın, bencil olsun. Ufak tefek yaraları olsun ki istediğimiz zaman kanatabilelim.. Bize hayranlık duysun, bizsiz hiçbir şey yapamayacağını düşünsün. Biz böyle bir nesli istediğimiz gibi böler, parçalar, yutarız. Kendinden, milletinden uzak olsu da kafası ne kadar karışık olursa olsun, hiç önemli değil. Zaten kafasının çalışması da gerekmiyor. Kafası çalışanlarının en iyilerini uygulattığımız eğitim sistemiyle seçip, alıp götürüyoruz. İşimize yarayanları elimizde tutar, kendimize hizmet ettiririz. Yaramayanları da onları yönetmek için ülkelerine göndeririz, bizim adımıza onları yönetirler. Biz onları yönetiriz. Besleriz, semizletir, güzelce sağarız. Etini sütünü, sakatatını, tüyünü, tırnağını... sonuna kadar değerlendiririz. Fazla sağlıklı olmaları gerekmiyor; sigara, alkol, uyuşturucu, kumar bizim silahlarımızdır. Yaşadığı topraklarda ne kadar yerüstü, yer altı zenginliği varsa biz el koyarız. Gelir getiren şirketlerini, bankalarını satın alırız. Olmadı, batırırız. Madenlerine el koyarız. Petrolünü akıtırız, akıtamazsak betonlarız. Olmadı mı onları birbiriyle kapıştırıp silah sanayimizi güçlendiririz. Hiçbir şey yapamasak, filmimizi, müziğimizi, markalarımızı, ‘dilimizi’ satar, yine biz güçlü kalmaya, dünya üzerinde istediğimiz yerde, istediğimiz yöneticiyi satın alıp istediklerimizi yaptırmaya devam ederiz. Ekonomik dalgalanmalarla üç beş yılda biriktirdikleri paralara el koyarız. İstediğimiz zaman terör örgütlerini onların başına musallat ederiz.Narkotik şebekelerini, ilaç ağlarını elimizde tuttuğumuz sürece, gıdalarında oynayabildiğimiz, hastalıklarını arttırabildiğimiz, nesillerini kendi nüfusumuza geçirebildiğimiz, geçiremediklerimizi mankurtlaştırdığımız oranda bizim gemimiz yürür arkadaş!” Böyle diyorlar sömürgeciler ve emin olun halimize bakıp Yeşilçam filmlerindeki ayılar gibi def çalıp, göbek atıyorlar.

Peki, bu arada Türk Milleti ne yapıyor? Beynine gece gündüz doldurulan lüzumsuz bilgileri ayıklayıp asıl meseleye odaklanabiliyor mu? Durum tespiti yapıp, olmakta ve olabilecek olanlar üzerine fikir yürütebiliyor mu? Görünen o ki sadece küfredebiliyor.

“Türkiye bölünecek!” diyenler var.
“Bölünmeyecek, iyi olacak!” diyenler var.

 “Bölünecek” diyenler, bölünmenin hangi esaslara dayanarak gerçekleştirileceğini, hangi aşamaları geçip bu noktaya gelindiğini takip edebildiler mi? Kimler tarafından, nasıl gerçekleşeceğini tahmin edebiliyorlar mı? Peki bu meselenin hal yolu nedir?

“Bölünmeyecek” diyenler, bir yandan buna kendileri de inanmaz, ABD, AB ve Apo itinin borazanlığını yaptıklarını bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa “Yahu bizim milletimizin bundan ne menfaati var?” diye sormuyorlar mı? Sömürgecilerin arzularını yerine getirdiklerini görmüyorlar mı? Eğer kanları bozuk değilse bu yaptıklarının açıklaması nedir? Neden ağızlarında gevelediklerini millete anlatamıyorlar?

Öte yandan, hem bölücülerin, hem de bölünmeye karşı olanların, neden millete mal olabilen sağlıklı açıklamaları yok? Süreç diye bir zırva tutturmuş olan iktidar ve ona koşulan yerli yabancı şebekeler kamuoyunu gereksiz yere oyalıyorlar. Yok ayran, yok çayran. Nedir bu kepazelik? Bunu yapanların koca koca adamlar olması sizi de iğrendirmiyor mu? Bu şer ittifakına karşı durmak isteyenler neden ne yapacaklarını hâlâ bilemez durumdalar? Memlekette adam mı yok? Bence asıl mesele yukardan beri bahsettiğim ‘beynimizin çöplüğe çevrilmesi’ meselesidir.

Hasılı kelam, zihnimizi çalıştırmalı, dikkatimizi en önemli meseleye verip bunun çözüm yollarına odaklanmalıyız. Hem ayağındaki futbol topu ile koşup, hem de seyircilerdin arasındaki en güzel kızı takip edeceksin, böyle şey olmaz. Milletini sevenler, bilgi, ses, görüntü, gürültü..ileti bombardımanı altında olduklarını bilip sığınaklara koşmalıdır. Sığınaklar bellidir. İlgilerini tekleştirip mevcut duruma odaklansınlar. Çözüm düşünsünler. Birleşsinler. Teoriler kurup, stratejiler üretip mevcut komploları boşa çıkarsınlar. Tarihin en büyük dönemecinde ırmaklar geçilirken at arayıp, binici değiştirmeye kalkmasınlar. Yapabiliyorlarsa biniciye yol göstersinler. Yoksa bu sel, atı da biniciyi de sağlam durmazsa yutacak gibi görünüyor..

Yalnız çok ciddi bir tehlike var: Samimi olarak çözüm üretmek maksadıyla üretilen komplo teorilerinin de elde edilip, üretenlere karşı kullanılması da söz konusudur. Onun için, “...yakında bunlar şunu da yapar!” şeklinde teoriler üretmesinler. Zira samimiyetle ve safça söyledikleri şeyleri de gerçekleştiriveriyor bu Türk ve İslâm düşmanları, Son Haçlı Seferi askerleri, vatan hainleri, onun bunun çocukları...


Sözüm size, bize, hepimize...

26 Mart 2013 Salı

Destan ve Kahramanlık

26 Mart 2013     

Bekir Coşkun’un bugünkü yazısının başlığı Zaferden Zafere. İki ne idüğü belirsiz kavramla başlatılan zırvaların Türk milletine nasıl zafer diye yutturulduğunu çok güzel özetlemiş. Hiç kimsenin ilk bakışta olumsuz bakmayacağı bir kavram olan “Çözüm” muhtevası belli olmayan bir kavram. “Süreç” de bir o kadar karışık bir kavram. Arı kovanından bal alınırken yapılan tütsüleme gibi milletin üzerine nasıl zehirli bir tütsü sıkıldığını anlatmış anlayana.

21 Mart 2013 tarihi Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin dönüm noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti için geri sayım başlamış bulunuyor. Türkiye bir hastalıklı caninin önünde diz çöktürülmüş ve bu millete zafer diye yutturulmuştur. Hemen arkasından bu zaferi destekleyecek gösteri zaferleri başlatılmıştır. İsrail özrü, Gazze Ablukası vb. Okumayan, düşünmeyen bir toplum olduğumuz için de kolaylıkla güneş balçıkla sıvanmaktadır. “Çözüm Süreci” denilen bir duman perdesi altında yenen herzelerin haddi hesabı yoktur. Irak Savaşı için ABD’nin 20 yıl hazırlık yaptığını duymuşsunuzdur. Türkiye’nin bugünlere getirilmesi için de 1940’lı yıllardan beri çalışılmaktaydı. Bin bir koldan yürütülen sinsi faaliyetler amacına ulaşmıştır.

Gelinen noktayı anlamadan çözüm üretmek mümkün olamayacağına göre ne yapılmalıdır? Mevcut durumu anlamaya fırsat bırakmadan yüzlerce koldan yeni herzeler yenmekte, bunları tahlil edip kamuoyuna anlatamadan yüzlercesi daha önümüze konulmaktadır. Bence meselenin püf noktası da buradadır. Ben kendi adıma kolay bir yöntem buldum. Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Önüme çıkan her ne olursa olsun ona bir Türk ve Müslüman olarak bakmaya, görmeye çalışıyorum. Eğer milletime (ki bu milletin içinde Kürtler de var) ve dinime mugayir bir durum varsa derhal bunu milletime anlatmaya çalışıyorum. Milletimin ve dinimin aleyhine olanları da söylediklerinden değil yaptıklarından, ettiklerinden çıkarmaya çalışıyorum. Ölçüm şu: “Batıl hemişe batıl ve bihudedir veli / Müşgül odur ki sureti hakdan zuhur ede!”

Sözgelimi Fethullah Gülen’in gazetesinin 15 Mart 2013 günkü manşeti: “Waşhington’daki Türkî kurultayında dostluk mesajı”, alt başlığı da şöyle idi: “...Amerikalı, Türk ve Türkî siyasetçilerin, konuşmalarında barış ve dostluk mesajları öne çıktı.” Yazı görünüşte çok güzel. Türkler dünyayı tutmuş sanırsınız. Ama işin aslı öyle değil. Manşette ve yazıda yer alan Türk ile Türkî kelimelerinin farkını, bu manşeti atan genel yayın müdürünün bilmemesi mümkün mü? Tam bir hinlik var burada. Üstelik yazıda Türk Amerikan Derneği adı “Türkî-Amerikan İttifakı (TAA)”  olarak değiştirilmiş; Türk, Türkî yapılmış. Ne var bunda demeyin sakın. Yine aynı gün, aynı gazetenin Cuma ekinin manşetini; “Çanakkale Geçilmez Gezilir” ele alalım. Burada, sureti haktan görünen ince bir dalga geçme hissetmez misiniz? Çanakkale geçilir öyle mi? Bu manşeti atanın beyninin hücrelerindeki samimiyetten şüphe ederim. Manşetin hemen altındaki “Hem Cami Hem Cemevi” başlıklı yazıyı görünce insan: “Ne güzel” der, değil mi? Hayır, o başlıkta birliğimize bütünlüğümüze hizmetten çok yaralarımızı kaşımaya, kanatmaya devam eden hain bir el görüyorum ben. Manşetin yanındaki yazı da çok önemli: “Namaz Destanı” başlıklı yazısında bir zibidinin, Fethullah Gülen’le kılınan bir namazı “Ve orada her namazda kulluk adına adeta bir destan yazılıyor” diye anlatmasını hangi Müslüman kabullenebilir? Görünüşte kılınan namaz övülüyor. Ama gerçekte Fethonun tanrılaştırılması söz konusu; Kıldığımız namazın kıymetini takdir edecek olan Allah’tır. Biz hangi köpeğiz ki bu seviyeden hüküm verebiliyoruz?

Bu ve bunun gibi sis perdeleri altında Türk Milleti’ne “Türk kaşığıyla ecnebi herzesi yedirilmektedir. Türk ve Müslüman gözükenlerin bu millete daha ne kadar zulmedecekleri, milletin azim ve kararına bağlıdır. Önümüzdeki en büyük kepazelik de “Akil Adamlar” meselesidir. Bir de bu sakil adamları BDP’nin talebi doğrultusunda meclise onaylatırlar mı, onaylatırlar. O zaman kepazeliği gör. Süreç ne belli değil. Çözüm nasıl olacak belli değil. Akil adamların aklının nerden geldiği belli değil. Millet uyuyor mu uyumuyor mu, o da belli değil. Hiç olmazsa biz sözümüzü söylemeye devam edelim de günah bizden gitsin. Nasıl olsa bir gün akla kara, destanla paçavra, kahramanlıkla şeytanlık ortaya çıkacaktır.


Sözüm size, bize, hepimize.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Hilalin İki Ucu

     

21 Ocak 2013    
           
Hatırlayamadığımız, anlatamadığımız bir rüya mı, yoksa acı bir gerçek mi?
Belki bugün Endülüs’ün tasavvuruna sahip olmayışımızdan kaynaklanan; dost gibi görünenlerin aslında fırsatını bulduklarında, hoşgörümüzü nasıl istismar edeceklerinin de yaşandığı bugünkü Türkiye’mizin gerçeğini anlamamıza yardımcı olabilecek tarihsel bir süreç...

HİLALİN İKİ UCU

Endülüs aşk demek, Endülüs medeniyet. Kaynağını, gücünü aşktan alan, insanlığın ulaştığı müstesna bir medeniyetin zirvesi. İber yarımadasında, bugünkü İspanya ve Portekiz’i içine alan bölge’de Müslümanların kurduğu yüksek bir medeniyetin adı. Endülüs gerçek bir zirve...
İfratla tefrit arasındaki insanoğlu İslâm’la müşerref olduktan sonra aydınlandı. Bu aydınlık, dalga dalga dünyaya yayıldı. Endülüs, ilimde, sanatta, edebiyatta, felsefede olağan üstü bir yerde. Bugün bile ışığını görebilecek, seviyesini anlayabilecek durumda değiliz. Her ırk, dil, din ve cinsteki insanın ulaştığı sınırsız hürriyetin beşiği. Herkes birbirine saygılı; tabir caizse kurtla kuzu yan yana. Konuşuyor, tartışıyor, üretiyor, yazıyor, çiziyor; eser meydana getiriyor. Hoşgörünün ve daha birçok şeyin zirvesi...
O zirve bize neden uzak? Neyi unuttuk, yahut hatırlamak istemiyoruz? Gemileri yaktıran o müthiş kumandanı, Tarık Bin Ziyad’ın hatırası hâlâ hafızalarımızda tazeliğini korurken? Nedendir Endülüs’ün ülkemizde pek bilinmemesi? Önümüze çekilen perdeler mi, yoksa hatırlamak istemediğimiz faciaları unutmak için biz mi sırtımızı döndük ona? Hâlbuki yönümüz hep batıya idi...
Endülüs sayesinde ilim, sanat, felsefe ve sanatla tanışmıştı Avrupa...
Ama her şeyin bir zevali ve sınırı var. Hoşgörünün de. Güçlü iken takip etmeniz gereken siyaset hoşgörü değil! Ancak zayıflar hoşgörüden istifade eder. Endülüs, gücünün zirvesinde ve bunları aklına bile getirmiyor. Gün gelip devran dönünce bu hoşgörünün cezasını çekecek. Tıpkı Bosna gibi. Milyonlarca Müslüman öldürülecek, yok edilecek, binlercesinin ırzına geçilecek, milyonlarcası zorla Hıristiyan yapılacak. Binlerce Müslüman ve Yahudi Büyük Osmanlı’ya sığınarak canını kurtarabilecek.
 Endülüs zulmün son kertesi.  Endülüs kıpkızıl bir kan deryası. Endülüs Engizisyon. Endülüs vahşet. Endülüs, hani şu sakız gibi çiğnenen o kelimenin, soykırımın daniskası. Dünya dünya olalı böyle bir vahşet yaşamadı. İnşallah yaşamayacak da...
Endülüs’te İslâm var. Endülüsler, Osmanlı; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler var.
Endülüs’te aşk var.
Endülüs estetik...
Endülüs felsefe...
Endülüs tasavvuf...
Endülüs, sanat, edebiyat, şiir demek... Ve özellikle mimari; şehirler, saraylar, bahçeler, camiler demek. O bahçeler ki on asır öncesinde, daha elektrik icat edilmemişken gündüz gibi aydınlatılmıştı...
Endülüs, yüksek bir medeniyete hasretin adı.
Endülüs hazin bir hikâye. Acı hatıralarından dolayı unutmak istediğimiz bir roman külliyatı...
Endülüs, Müslümanların kendisine yapılanları unutma saflığının en açık belgesi.
Endülüs’te hazin hikâyeler var. Yazılmamış destanlar var.
 Endülüs, Üzülme! Dünya Durdukça Hatırlanacaksın!
 İşte yüzyıllardır ihmal edilmiş, usta kalemlerce yazılmayı bekleyen Endülüs’ün yazılmamış destanlarından biri yazıldı. Mine Sultan Ünver[1], “Hilalin İki Ucu/Osmanlı Endülüs’te” adlı romanını yazdı.[2] Artık Endülüs bize o kadar da uzak değil. Hilal’in İki İcu’nda her yönüyle Endülüs var. Mine Sultan Ünver, son romanında, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Endülüs Müslümanlarıyla temasa geçerek Hilal’in iki ucunu, Müslümanları birleştirme amacıyla İber yarımadasına, İspanya’ya gönderdiği kahramanların çarpıcı hikâyesini anlatıyor. Hem de muhteşem bir üslupla. Ciddi bir araştırma sonunda müthiş bir duygu seli ile yazılmış bu roman.
 Üzerinde durulması gereken önemli bir husus var, o da şudur: Tarihin zaferlerle dolu şanlı sayfaları yazmak kolaydır. Zor olan, mağlubiyetlerin, büyük acıların, göçlerin yaşandığı dönemleri yazmaktır. Endülüs tarihte böyle bir karanlık sayfadır. Balkan Savaşları ve Felaketi böyledir. Karanlık bir dönem, kırmadan, dökmeden; ümitsizlik vermeden ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Mine hanım bunu başarmıştır.
Endülüs, bütün ihtişamı ve estetiği ile romanda karşımıza çıkıyor; Deliormanlı Poyraz, Endülüslü Ali Asar, İmam Nasr Fakih, Arslan Bey, Reisü’l-Küttüp Eyüp Efendi, Fatih Sultan Mehmet, Amber, Gerenimo, Pinhan, Serdar Han gibi roman kahramanlarının üzerinden gözümüzde canlandırılıyor. Kitap çok sade ve güzel bir Türkçe ile yazılmış. Her satırında Endülüs’ü yaşıyor insan. Endülüs’ün yıkılışını özetleyen şu ibret dolu satırlar da romandan:
 “Abdullah Es-Sağir, Gırnata’nın anahtarını Ferdinand ile İzabel’e teslim edip Fas’a doğru yola çıkarken, İspanyolların ‘Arabın son nefesini verdiği yer’ ya da ‘Gözyaşı Tepesi” dedikleri tepeden son bir kez Gırnata’ya bakıp ağladı. Validesi Aişe o vakit oğluna, ‘Ağla! Ağla! Eğer erkekler gibi mertçe savaşsaydın, şimdi kadınlar gibi ağlamazdın...’ deyince son melik, annesine şöyle karşılık verdi, ‘Ey validem! Bu felaketlerin benim ve halkımın başına gelmesine birinci sebep sen iken şimdi beni ayıplıyorsun. Vallahi evvelce senin böyle söyleyeceğini bilseydim, cesedimi Gırnata toprağında bırakıncaya kadar savaşırdım...’ ”
Osmanlı gibi İslâm medeniyetinin zirvelerinden biri olan Endülüs’ü, Türk İslâm medeniyetini bir daha yıkılmayacak şekilde inşa etmek ve gelecek nesillere bırakmak için yakından tanımamız, düşünmemiz, hayal etmemiz lazım. Hilalin İki Ucu, Endülüs’ün, Güney Türkistan’ın (Afganistan), Arabistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin akıbetine uğramamak için ibret dolu sayfalar sunuyor bize.
 “Hilal’in İki Ucu” gibi nefis bir roman yazdığı için Mine Sultan Ünver sağ olsun. Allah, kalemine yazılmamış nice romanlarımızı yazması için kuvvet versin, diyoruz.

[1] Nar-ı Aşk, Sultan’ın Rüyası romanlarının ve Aşk-ı Muhammed (Ekrem Altıntepe ile birlikte) kitabının aynı zamanda minyatür sanatçısı yazarı.
[2] Mine Sultan Ünver, Hilalin İki Ucu, İstanbul, Timaş Yayınevi, 2012, 224 sf.